Medine'ye Hicret'in Başlaması Ve Hz. Ömer'in Hicreti
MEDİNE'YE HİCRETİN BAŞLAMASI
Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında
cereyan eden Akabe Bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yepyeni
emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek,
ibâdetlerini serbestçe îfa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden
yayabileceklerdi. Çünkü, Medine'nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Haz-reç,
onlara kucaklarını açmış, her hâl-ü kârda kendilerini koruyacaklarına ve
yardımlarını esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmuşlardı. İslâm güneşinin
Medine'de bütün haşmetiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi!
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç
edeceklerinden endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslâmlaşan bu yeni yurdun
İslâm merkezi hâline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke'de oldukça nâzik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resû-lullah'ın
Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan
zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar. Mesele, âdeta bir ölüm kalım
meselesi hâline gelmişti!
Mekke'de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs
edilen hava, sanki yakıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber
E-fendimize arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce,
kendisine böyle bir müsaadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak, bu
açıklamasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti ki, sevinç içinde hicret
müsaadesinin verildiğini, Müslümanlara şöyle bildirdi:
"Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında
hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke'den ayrılmak
isteyen oraya gitsin, Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah,
onları size kardeş yaptı ve Medine'yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir
yurt kıldı!"381
Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar
üzerindeki tehdit ve baskısı, İslâm'ı "yaşamak" ve "neşretmek" şartlarıyla
hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriya
Efendimiz hicrete izin vermişti.382 Hz. Âişe'nin, "Mü'min, dini için Allah'a
veya Resulüne hicret etmek zorunda idi. Zîra, dinini yaşamaktan menedilmesi
korkusu vardı." sözü, bu durumu ifade eder.383
"Şu hâlde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade
edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme
noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak, yaşatılmasına müsait
vasatın aranmasıdır. Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit
etmiştir. Bulunulan yerin şartları, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek
duruma geldi ise, oradan hicret etmek, şarttır, dinen vecibedir, vazifedir. Bu
duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur'ân-ı Kerîm mazur
addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.384 Bunlar, dinlerini
yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler."385
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu müsaadeden sonra "dini
yaşayıp neşredebilmek için müsait yer arama gayreti" olan hicret hareketini
inceden inceye düşündü. Müslümanlara, hicret e-derken ihtiyatlı ve tedbirli
davranmalarını sıkı sıkıya tenbihetti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için
küçük gruplar hâlinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sora
Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek
şekilde bire ikişer veya küçük gruplar hâlinde Medine'nin yolunu tuttular!
Herkesten önce Mekke'den Medine'ye hicret etmek üzere
ayrılan sahabî, Ebû Seleme İbn-i Abdi'l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve
ya-kalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslâm Dininden vazgeçirmek için her
türlü çâreye başvuruyorlardı. Öyle ki, gerektiğinde kadınları kocalarından
ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da
hapsi boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet verebilir
diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayâle
gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten
vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat, Müslümanlar kat'î kararlarını vermişlerdi
ve ne pahasına olursa olsun Medine'ye göç edeceklerdi. Nitekim, her engeli
aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve
zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zâten, Medine
ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
HZ. ÖMER'İN HİCRETİ
Şâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer,
kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kabe'ye gitti. Açıkça
Kabe'yi yedi sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik elebaşlarına cesaretle
şöyle seslendi:
"İşte, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret
ediyorum! Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak
isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!"386
Bu pervasızca seslenişten sonra, 20'ye yakın Müslümanla
gündüz ortasında Medine'nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri arkalarına
düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı
Medine'ye yerleşmek üzere Mekke'den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedariki göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk
yapmaya takati bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi.
Fakat, bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın iznini bekliyordu. Hattâ, Hz. Ebû Bekir,
Medine'ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, o, "Sabret! Umulur ki, Allah
Teâlâ, sana bir refik ihsan eyleye." buyurdu.
MÜŞRİKLERİN TELÂŞI
Peyderpey Medine'ye hicret eden Müslümanları, Evs ve
Hazreç Kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip
barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir
edildiler. Bekâr muhacirler ise, Küba'da oturan bekâr sahabî Sa'd b.
Hayseme'ye misafir oldular.
Kureyş müşrikleri, hicret eden Müslümanların Medineli
Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla
birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamber
Efendimizin de bir gün hicret edip başlarına geçeceğini, kendilerine karşı
savaşabileceğini ve gerektiğinde Şam ticaret yollarını bile kesebileceğini
düşününce telâşları büsbütün arttı.
Dârû 'n-Nedve 'de Toplantı
Derhâl bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârû'n-Nedve'-de
toplanmayı kararlaştırdılar.
Dârû'n-Nedve, Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Ku-say
b. Kâb'ın yaptırdığı, kapısı Kabe'ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri,
mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de daha
önceden kararlaştırdıkları günün sabahında Dârû'n-Nedve'de bir araya geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın
kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, "Kimsin?" diye
sordular.
"Necidli bir ihtiyarım." diye cevap verdi adam, "Böyle
bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek
istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek
istiyorum!"
Kureyşliler, "Olur, gir!" dediler ve onu içeri aldılar.
Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş Şeytan'dı!
VERİLEN KORKUNÇ KARAR!
Toplantıda 100 kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak
karardan hemen haberleri olmasın diye, Haşîm Oğullarından sâdece İslâm düşmanı
Ebû Leheb alınmıştı.
"Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?"
diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, "Onu zincere vurup hapsettirelim." fikrini
ileri sürdüler.
Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan Şeytan,
"Hayır!.." dedi, "Vallahi bu görüşünüz uygun değildir. Siz, onu hapsedecek
olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip
alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğalarak, bu işte size galib
gelirler! Siz başka bir tedbir düşününüz!"
Bunun üzerine bazıları, "Onu aramızdan, memleketimizden
sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin!" dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve, "Hayır, vallahi bu
düşünceniz de yerinde değildir! Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını,
getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalblerine hâkim olup
durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap
kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize
yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!"
dedi.
Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve, "Vallahi ben, onun
hakkında hiçbir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!" dedi.
"Nedir o?.." diye sordular.
Ebû Cehil, "Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Bunun için
de aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra
onların her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup
öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli
olmaz. O hâlde, Haşîmîler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve
çarnâçar diyete razı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz!"
diye konuştu.
Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan Şeytan ileri atıldı
ve, "En doğru fikir ve uygun çâre budur!" dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil'in bu görüşünü kabul ettiler ve
dağıldılar.387
381 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 111; ibn-i
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 226; Buharî,Sahih, c. 2, s. 330; Halebî, Insanû'l-Uyun,
c. 2, s. 180.
382 Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ
Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret,s. 17.
383 Buharî, Sahih, c. 3, s. 65.
384 Bkz.: Nisa, 97.
385 Doç. Dr. ibrahim Canan, A.g.e., s.
17-16.
386 Halebî, fnsanû'l-Uyun, c. 2, s.
183-184.
387 ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 124-126;
ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 227; Taberî, Tarih, c. 2, s. 242-243; Süheylî,
Ravdû'l-Ünf, c. 1, s. 290-291; ibn-i Seyyid, Uyûnû'l-Eser, c. 177-178; Halebî,
Insanû'l-Uyun, c. 2, s. 189-190.