PEYGAMBER EFENDİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLMESİ!
Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış,
oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti.
Zâtında görülen gariblikler, hele göğsünün yarılması
hâdisesi, Hz. Halime'yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı.
Hattâ, artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş
olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.
İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halime ve kocası
Haris'i şu kararı almaya mecbur etti:
"Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim
etmeliyiz!"
Halime'nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi
ki?..
Nihayet, Nur Çocuk, kendisine muvakkaten emanet
edilmişti! Emanete el koyacak hâli yoktu ya!..
Sa'd Oğullan yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi,
şimdi süt annesi tarafından Mekke'ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle,
bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!..
Halime ve kocası Mekke'ye gece girdiler. Bir ara Sevgili
E-fendimiz, gözlerden kayboldu. Halime ve kocasında bir telâş başladı. Bütün
aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Abdûlmuttâlib'e haber
verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede,
birden şaşkına döndü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta
Efendimiz görünmüyordu. Abdûlmuttâlib, çaresiz, ellerini açarak yalvardı:
"Allah'ım!.. Ne olur Muhammed'imi bana geri ver!"
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler.
Bunlar, Varaka b. Nevfsl ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler.
Abdûlmuttâlib, hasretini çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya
kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kabe'ye giderek onunla birlikte
tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim
etti.64
Bilâhare, Abdûlmuttâlib, sevgili torununa kavuşmanın
sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere
güzel bir ziyafet çekti.
Artık, Peygamber Efendimiz, azîz annesinin sıcak
kucağında, şefkatli kollan arasında, mes'ud ve mütevazi evinde idi.
Sütanne Halime, Saadet Güneşini Mekke'de bırakıp yurduna
döndü. Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı.
Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı
hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde,
"Anneciğim!.." diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda
bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa'd Oğullan yurdunu, bir
yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan
Hâlime, çıkıp Mekke'ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek
isteyecektir. ^
Kâinatın Efendisiyle görüşen Halime, kendisine yurdundaki
kıtlık ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da
kadirşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhâl Halime'ye 40
koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.
Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt
kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa'd Oğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı
günler geçmişti.
Bu tatlı hâtıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında,
Şeyma da, Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeyma, kendisini
tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber
Efendimiz tarafından mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa'd Oğulları yurdunda sütanne Ha-lime'nin
yanında geçen günlerinin hâtıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle
derdi:
"Ben, aranızda en hâlis Arab'ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı
zamanda, Benî Sa'd b. Bekir yanında süt emdim ve lisanım da onların
lisanıdır."65
PEYGAMBER EFENDİMİZ ANNESİNİN YANINDA
Nebîyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halime tarafından
annesi Hz. Amine'ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak
basmıştı.
Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu!
Azîz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında
ebedî âleme göç eden kocası Abdullah'ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak
gibi oturmuştu.. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek tesellî kaynağı vardı:
Biricik oğlu Muhammed (s.a.v.).
Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu
sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde
hatırlatmamaya gayret ediyordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke'deki mütevazi evin ışığıydı,
bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine
yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine azîz
annesi hayrandı!
O, sâdece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine
karşı yardımsever ve hürmetkar idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk
alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip
dolaşmaya âdeta can atarlardı.
Evet, Cenâb-ı Hakk, peygamberlik yüksek ve kutsî
vazifesiyle memur edeceği resulünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en
mükemmel surette terbiye ediyordu!
BABA KABRİNİ ZİYARET
Kâinatın Efendisi, altı yaşında.
Bu sırada Hz. Âmine'nin içine Medine'yi ziyaret arzusu
doğdu. Maksadı; Abdûlmuttâlib'in annesi tarafından kendilerine dayı gelen
Adiyy b. Neccar Oğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar
kocasının kabrini ziyaret etmekti.
Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke'den
biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen'le birlikte hareket etti. Â-mine'nin âlemi
şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha
bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve
kavuşma-yacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke'ye bakıyordu!
Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir
yolculuktan sonra Medine'ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından
Nabiga'nın evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan azîz kocasının
kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah'ın
kabrinin toprağını bol bol suladı.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin
acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla
damla gözyaşı serpti.
Sanki, bu damlalar, Hz. Abdullah'a bir gül demeti yerine
takdim ediliyordu!
PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ!
Medine'de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde,
Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen'le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu.
Oradan geçen ruhanî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine
diktiler. Peygamberimiz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen'e yaklaşarak
sordular: "Bu çocuğun adı nedir?"
Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler
ihtimâlini göz önünde bulundurarak, "Niçin soruyorsunuz?" dedi.
Adamlar itimat telkin eder konuştular: "Bizim tanıdığımız
bir çocuğa benziyor da onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı
nedir?"
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek
korkulacak kimseler olmadığı kanaatine varınca, "Onun adı Ahmed'dir." dedi.
İki Yahudî, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi
birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen'e
yalvardı: "Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?"
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin
istiyorlardı? Fakat, adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:
"Bizler," dedi, "iyilikten başka bir şey düşünmeyen
insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden,
çağırmanı istiyoruz."
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz
sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi.
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar
eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde E-fendimize
yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden
okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:
"İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de o-nun
hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük
işler olacaktır."66
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.
Yine, rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi, bu
ziyareti esnasında Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.67
HZ. ÂMİNE'NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine'de bir ay
kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak
şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evlâdı ve Üm-mü
Eymen... Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Azîz anne ve şerefli
evlâdının ruhlarını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî
âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su
akıtan bir pınarı andırıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, azîz annesinin
bui gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan
gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hz. Âmine anîden
rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen'i bir telâş kapladı. Gittikçe
şiddetini artıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?
Ebva Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde
konaklamaktan başka ellerinde çâre yoktu. Hz. Âmine'nin dizlerinden güç kuvvet
çekilmişti ve kendisini tutamayarak anîden yere yıkılı-verdi. Üstünü örttüler.
Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise,
onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki
her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût
hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.
Bir ara, Peygamberimiz, kendini toparlayarak, "Nasılsın
anneciğim?.." diye sordu.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini
istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini
uyandırmamak için, "İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok." diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti.
Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara "Su."
dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, azîz annesine
suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerparesinin
yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan sımasına
doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup,
başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına
Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hz. Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor,
fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma
hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi.
Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok, bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu!
Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader'in değişmez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan
kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur
yavrusunun yüzüne, ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı; ellerini
doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
"Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah'ın yardım ve ihsanıyla
100 deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu!.. Allah, seni azîz ve devamlı
kılsın. Eğer rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan
Allah tarafından Âdem Oğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber
gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için
gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan,
putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir;
yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fânidir, gider. Eivet, ben de öleceğim.
Fakat, ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, tertemiz bir evlâd doğurmuş, arkamda
hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum."68
Acıklı ve âdeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden
sonra, Hz. Âmine'nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah'a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva Köyü. Tarih,
Milâdî 576...
Hz. Amine 'nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı.
Âdeta dilleri tutulmuştu. Konuşan, sâdece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve azîz yavrunun
gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. "Üzülme,
ağlama, canım Muhammed'im!.." dedi, "İlâhî Ka-der'e karşı boynumuz kıldan
incedir. Can da Onun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle
de alır."
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, "Ben
de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat, anne yüzü,
unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum." dedi; sonra
da derhâl kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e, "Haydi, o,
emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat
etsin." dedi.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine'nin cesedini orada
toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından
çıkardığı için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetim'i Mekke'ye götürmek vazifesi,
dadısı Ümmü Eymen'e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını
hissettirmemek için elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evlâdıy-mış gibi
bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdeta onu bir anne kabul
ederek, "Anne, anne!.." diye çağırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise,
"Annemden sonra annem!.." diyerek iltifatta bulunuyordu.
HEM ANNEDEN, HEM BABADAN YETİM!
Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem
de anneden öksüz idi. Fakat, onun hakikî muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafız,
onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında
bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
"Rabbin, seni yetimi bulup da barındırmadı mı?"69
mealindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi
sırasında, yine Ebva'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini
ziyaret edip elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında "Cennetlik bir kadınla
evlenmek isteyen, Ümmü Eymen'le evlensin!" buyurduğu Ümmü Eymen'i, daha sonra
âzad ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da
onu Zeyd b. Harise'yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten
dünyaya geldi.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını
gören sahabîler de ağlayacaklar ve, "Yâ Resûlallah!.. Niçin ağladınız?" diye
soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, "Annemin benim hakkımdaki şefkat ve
merhametini düşündüm de ağladım." diye cevap verecektir.70
ERKEN VEFATLARININ HİKMETİ
Burada hâtıra şu sual gelebilir:
"Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamberliğine neden yetişemediler ve neden ona îman, kendilerine nasîb
olmadı?"
Bu suale, "Mektûbat" isimli eserinde, Bediüzzaman Said
Nursî Hazretleri şu cevabı verir:
"Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekreminin peder ve validesini,
Kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) ferzendane hissini memnun etmek
için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor. Vâlideynlik mertebesinden
manevî evlâd mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i Rububiyeti
altına alıp, onları mes'ud etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmek-liği
rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş.
Fakat, ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet,
âlî bir müşirin [mareşalin], yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi;
birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan
yâver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor!"71
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ ÎMANLARI
MESELESİ
İslâm âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
"Hz. İbrahim'den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem'i (s.a.v.)
netice veren nurânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd
kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûb olmamışlardır. Hiçbirinin temiz
gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir."72
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin
baba ve annesinin îmanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın
izahlarla birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve
validelerinin âhirette necat ehlî olacaklarını açık ve kesin bir şekilde
delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik
vazifesi verilmeden çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde
vefat edenlere ise azab yoktur.*
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî'ye,
"Peygamberimizin baba ve annesi Cehennem'de midir?" diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, "Resûl-i Ekrem'in peder ve
validesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise
azab yoktur." cevabını verir.73
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin
âhi-rette azab görmeyeceği, âyet ve hadîslerle sabittir.74 Peygamber
Efendimizin peder ve validelerine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin
davetinin ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu hâlde, tereddütsüz söyleyebiliriz
ki, onlar da necat ehlidirler ve âhirette azab görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem'in muhterem peder ve validelerinin şirk
ehlî oldukları sabit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl,Varaka b.
Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim'den (a.s.) gelen inanç ve
âdetlerle amel eden "Hânif'lerdendirler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehlî
olmadıklarının bir delili de, "Ben, mütemadiyen temiz babala rın sulbünden,
temiz anaların rahminden nakloluna geldim."75 hadîs-i şerifidir.
Kur'ân-ı Kerîm'de müşrikler "necis kimseler" olarak
vasıflandırılmışlardır.76 Temizlik ile pislik, îman ile şirk, mü'min ile
müşrik arasında tezat bulunduğuna göre, yukarıda kaydettiğimiz hadîs ölçüsü
ışığında, Resûl-i Ekrem'in ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi manevî
kirlere bulaşmadığını kabul etmek vâcib olur.77
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece
özetleyebiliriz:
"Resûl-i Ekrem'e (s.a.v.) Allah tarafından rahmet olduğu
hitab edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru
sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nurundan mahrum
farzetmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Hususîyle, Resûl-i
Ekrem'in muhterem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geçmiştir;
Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir."78
Öyle ise, bu hususta mü'minin bilmesi ve kabul etmesi
gereken husus şudur:
"Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) peder ve valideleri ehl-i
necattır ve ehl-i Cennet'tir ve ehl-i îmandır. Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekrem
inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette rencide
etmez."79
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken Vâlideynine Mevlâ
nice vermeye şerefi, Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa Alıcak dürrini
yabana atar mı sadefi?
Mânâsı:
İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) saadet
burcunda iken, Cenâb-ı Hakk, anne babasına nasıl şeref vermez ki?..
Ey gönül!.. İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi
alır da sadefini hiç yabana atar mı
64 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 176.
65 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 176; İbn-i
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96.
66 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c, 1, s. 116.
67 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 116.
68 İsfahanî, Delâilû'n-Nübüvveh, s. 119.
69 Duhâ, 6.
70 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s.
116-117.
71 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.
398.
72 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.
397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.Bkz.: M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler
Tarihi, c. 1, s. 41-43.
73 Tecrid Tere, c. 4, s. 539.
74 isrâ, 15.
75 Kaadı İyaz, c. 1,s. 183.
76 Tevbe, 28.
77 Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
78 A.g.e.,c. 4, s. 551.
79 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.
398.
|