Bütün bu garibliklerden sonra, Halime ve kocası,
yurtlarına vardılar.
Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa'd Oğullan
yurdundaydı.
O sırada, Sa'd Oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve
kuraklık hâkimdi: Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun
yüzler ve zaîflikten ayakta duracak mecali kalmamış hayvanlar...
Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hanenin
manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi
tıkabasa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi
devamlı süt akıtıyorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halime'nin evinde...
Beldenin şâir sakinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı
çemberinde kıvranıyorlardı! Hayvanları hâlâ zaîf, nahif ve istenilen sütü
veremiyordu!
Sanki, Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, mâruz
kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.
Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında
meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ
veremiyorlardı. Kabahati çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:
"Gidin, görün bakalım! Halime'nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken
memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede
otlatıyor! Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!.."
Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız
olduklarını, adları gibi biliyorlardı. Halime'nin çobanının koyunlarını
otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için
de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin
bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:
"Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar
zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de memeleri sütle dolu
olarak dönüyor?"
Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap
bulamıyorlardı; sâdece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp
kalıyorlardı!
Elbette bunun bir sebebi vardı; ve bu sebebi, henüz o
zaman Hz. Halime ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini
sormaları üzerine, Halime onlara şu cevabı verdi:
"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş,
Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her şey Mekke'den dönüşümüzle birlikte
başladı!"
Tabiî ki, çobanlar, bu sözlerden pek bir şey
anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:
Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan
Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenâblığını gösterdiklerinden dolayı
Halime'lerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halime ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu
sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdeta onu uçan kuştan,
doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde
titriyorlardı.
YAYLA KURAKLIKTAN KURTULUYOR!
Sa'd Oğullan yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve
kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve
geleneklerine göre yağmur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde
de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.
Bir Cuma günüydü.
Kadınlı erkekli bütün kabîle halkı, yanlarına aç
develerini, sütsüz koyunlarını da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur
duasında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya
başladılar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için
yapılıyordu. Saatlerce dua ettikleri hâlde yere tek bir yağmur damlası
düşmedi.
Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi
Halime ve kocası Haris de vardı. Halime, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi
yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde
bırakmıştı.
Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi.
Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime'nin komşusu bir kadın,
duasını bitirmek üzere olan rahibe yaklaştı ve râhib duasını bitirince de, "Râhib
efendi, biz bu kadar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı
uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul ederdi." dedi.
Râhib, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve,
"Biz, O'na dua ederiz; ama O'nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı
ancak O bilir." diye konuştu.
Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:
"Biliyorum, dedikleriniz doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim
komşumuz Halime'nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri
Halime'nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk
olarak görünüyor. Bir de onu buraya gelirsek... Belki ayağı uğurlu gelir! Onun
yüzü suyu hürmetine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura
kavuşturur!"
Râhib önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince,
Efendimizin getirilmesine razı oldu.
Yaşlı kadın, Halime'yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı
teklifi kendisine anlattı.
Fikir, Halime'nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun
bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şâhid olmuştu. Koşarak
eve vardılar. Peygamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra,
yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı
çıktılar.
Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle
saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz
yürüdükten sonra, gözleri garib bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle
beraber gidiyordu! Önce mühimsemediler; "Olabilir." diyerek yürüdüler. Fakat,
bu küçük bulut kendilerini terketmiyordu. Âdeta, onları, güneşin kavurucu
sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez
hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur
yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin
gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle, "O bulut beni
gölgeliyor." der gibiydi.
Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa
karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhib, bu sefer onları
güleryüzle karşıladı. Çünkü, o da, Halime ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz,
bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü!
Râhib, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve
kalabalığa seslendi: "Ey insanlar!.. Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli
çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile, yağmur vermesi için
Âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim!"
Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla
duaya başladı.
Peygaberimiz bir nur yumağı hâlinde rahibin kucağında
duruyordu. Râhib, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdeta hâl
diliyle "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et." diye
Cenâbı Hakk'a yalvarıyordu!
Herkes Yüce Allah'a yalvarırken, Peygamberimizin nur
saçan gözleri, ümitle gökyüzüne dikildi. Râhib ise, nur yavrunun iri ve
bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdeta her
şeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son
anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden
büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük
bulut, yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terketti. Dua
seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar
geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıklarıyla
ortalık çınladı: "Yağmur!" "Yağmur!" "Yağmur!"
Evet, îkaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet
içinde kalma, Sa'd Oğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur
yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa'd Oğullan yurduna lâtif, berrak ve tatlı
yağmur damlaları, Cenâbı Hakk'ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye
başladı. Güya rahmet tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor,
ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan
çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının
kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o,
bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesilesi, henüz bir
bebekti! Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte o, Allah'ın ve
meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah'ın sevgili kulu, Peygamberler
Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Muhammed'di (s.a.v.).
Sa'd Oğullan yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla
tam bir hafta devam etti.
Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu.
Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy
attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı.
Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile
teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular: "Bu çocuk, çok
uğurlu ve hayırlı bir çocuk!"
Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi.
Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan
farklı oldu: Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması
oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok
atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.
Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O
âna kadar, Halime'lerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan
yağmuru hiç eksik olmadı.
Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok
farklı bir güzelliğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Büyük bir insan
gibi ağır başlı ve vakur idi.
PEYGAMBERİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLİŞİ
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla
birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla
seven Halime'nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan
ayrılacaktı. Çünkü, Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül kokusundan uzak
kalacaktı.
Fakat, Mekke'ye götürüp annesine teslim etmekten başka
çâresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler ve
annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise
sevinçle dolu idi! Biri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri
ondan ayrılmanın ateşinde tutuşmuş, yanıyordu!
O anda sütanne Halime'ye, sanki bir ilham geldi ve
yalvarırcasına, bütün samimîyetiyle şu teklifi yaptı:
"Ne olur, oğlumu biıraz daha yanımda bırakamaz mısınız?
Hem ben, ona Mekke vebasının bulaşmasından da korkuyorum!"59
Bu teklif ve arzu, samimî idi. Sanki cümleler,
dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.
Azîz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı
koyamadı ve bir müddet daha ciğerparesinin Sa'd Oğullan yurdunda kalmasına
razı oldu.
PEYGAMBERİMİZ, YİNE BENÎ SA'D YURDUNDA
Halime muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin
sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.
Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte
kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine
melemeleriyle cevap veriyorlardı.
Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki,
orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir
el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!
Bu arada, gözlerden kaçmayan garib bir hâdise vardı:
Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu
güneşten koruyordu.
Artık, gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği,
gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve
ağırbaşlılığı idi.
Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdeta
yarış ediyorlardı.
İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa'd Oğulları yaylasında
günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı
güzel bir bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah'la beraber
evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden
yemyeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra
da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan
eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla
yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz,
Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz
elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler.
Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin
yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup, İlâhî bir halı gibi duran yemyeşil
çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı.
Bu güleryüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük
yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada
uyandı. Manzarayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü
manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl
çıktıklarının farkında bile olamayan Halime ile kocası, bir anda
Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser
yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zîra, gelenler, memur edildikleri
vazifelerini bir anda bitirip gözden kaybolmuşlardı. Sâdece, ayakta duran
Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlasıyla telâşa kapılan Halime ve kocası, "Ne oldu sana
yavrucuğum?.." diye sordular.
Kâinatın Efendisi şunları anlattı:
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi
karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp
yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve
kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."60
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi
verilecekti.
Bir gün, sahabîlerden bazıları, "Yâ Resûlallah!.. Bize
kendinizden bahseder misiniz?" diyeceklerdir.
Resûlullah, "Ben, babam İbrahim'in duasıyım, kardeşim
İsa'nın müjdesiyim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hâmile iken Şam saraylarını
aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü." dedikten sonra, bahsi
geçen hâdiseyi de şöyle anlatır:
"Ben, Sa'd b. Bekr Oğulları yanında emzirilip büyütüldüm.
Bir gün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O
sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu
altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp
yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve
kalbimi o karla temizlediler."61
Bu hâdiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî
bir nur ve Cenâbı Hakk tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş
oluyordu. Aynı zamanda, Resûlullah Efendimizin nefsi, o yaşından itibaren
kutsî duygular ve İlâhî nurlarla te'yid edilerek, her türlü vesvese ve
şüpheden temiz hâle getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb
sâdece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir
Lâtifei Rabbaniye'dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüzzaman
Hazretlerinin kalble ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda
vardır:
"Kalbten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et
parçası değildir. Ancak, bir Lâtifei Rabbaniye'dir ki, mazharı hissiyatı
vicdan, ma'kesi efkârı dimağdır. Binâenaleyh, o Lâtifei Rabbaniye'yi tazammum
eden o et parçasına kalb tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtifei
Rabbaniye'nin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cismi sanevberînin cesede
yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktarı bedene maû'lhayatı
neşreden o cismi sanevberî, bir makinei hayattır; ve maddî hayat onun
işlemesiyle kâimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o
Lâtifei Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyeti mecmuasını hakikî bir
nuru hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nuru îmanın sönmesiyle, mahiyeti,
meyyiti gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."62
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îman, ilim, hikmet,
şefkat gibi maneviyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, maddî temizliğin
de manevî temizlikle münâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûli Ekrem
Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî
nur ve feyizlerle doldurulmasını, akıldan uzak görmemek lâzımdır.63
59 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; İbni
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
60 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 174; ibni
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
İbni Hişam, Sîre, A.g.e., c. 1, s. 175;
Taberî, A.g.e., c. 2, s. 128.
62 Bediüzzaman Said Nursî, İşaratû'lİ'caz,
s. 79. Bkz.: M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. 8, 59115915.