ŞA'D B. EBÎ VAKKAS'IN İSLÂMİYETLE ŞEREFLENMESİ
Sa'd b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve
heyecan dolu bir genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın
içindeyken, birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu
takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd b. Harise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir'in
önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, "Siz ne vakit buraya geldiniz?"
diye soruyor. Onlar da, "Şimdi." diye cevap veriyorlar.223
Bu rüyasından üç gün sonra, İslâm'a gizli davet
devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir,
kendisine İslâmiyetten bahsetti, sonra da alıp Resûli Zîşan Efendimizin
huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûli Ekrem Efendimizden malûmat alan
Hz. Sa'd, hemen orada Müslüman oldu.224
Nesebi, hem baba tarafından hem de anne tarafından
Peygamber Efendimizle birleşir. Resûli Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa'd da, annesi
tarafından Zühre Oğullarına mensup bulunduğundan, Hz. Sa'd annesi tarafından
Peygamberimizin dayısı düşerdi. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, "İşte dayım
Sa'd!.. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin!" diyerek kendisine
iltifatta bulunurdu.225
Hz. Sa 'd ve Annesi
Hz. Sa'd'ın Müslüman olması, annesi Hamne'nin hoşuna
gitmedi. Oğlu, atalarının dinini bırakıp, yeni dine, onun rızası olmadan nasıl
tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne,
onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı.
Bir gün kendisine şöyle dedi:
"Allah'ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne
babaya dâima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?"
Hz. Sa'd, "Evet.." dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifade etti:
"Yâ Sa'd!.." dedi, "Vallahi, sen, Muhammed'in
getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar
ağzıma hiçbir şey almayacağım! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca
ayıplanacaksın!"
O güne kadar, Hz. Sa'd, annesinin her isteğine boyun
eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah'a îman etmiş ve
Resulüne kalbinin bütün samimîyetiyle teslim olmuştu. Elbette, her şeyini bu
îman ölçüsü içinde değerlendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat ettiğini görünce,
yanına vardı ve, "Ey anne!.." dedi, "Senin 100 canın olsa ve her birini
İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım! Artık ister
ye, ister yeme!"226
Bu cevap üzerine anne Hamne'nin inadı, Hz. Sa'd'ın hakta
sebatı karşısında eridi; hem yemeye, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere
daha küfür îmanın, şirk tevhidin azameti karşısında ezildi ve mağlûbiyetini
ilân etti!
Hz. Sa'd ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine
Cenâbı Hakk, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü'minlere ebedî bir
ölçü verdi: "Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik.
Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir şeyi
Bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat
etme! Dönüşünüz ancak Banadır. Ben de, yaptığınızı (amellerimizin karşılığını)
size haber vereceğim!"
Hamne, oğlunu İslâm'dan vazgeçirmek için bu sefer başka
bir yol denedi: Bir gün Hz. Sa'd, evde namaz kılarken, konu komşusunu da
çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerparesine
eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle
bağırıyordu:
"Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!"
Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve
şefkatten mahrum hâle getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten
çekinmemesinden anlamamız mümkündür!
Hadiseler, hep Hamrıe'nin aleyhinde cereyan ediyordu.
Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa'd'm peşini oğlu
Âmir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu.
Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Âmir'in yakasına
yapıştı ve, "Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında
gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!" dedi.
Allah'a îmanın ve Resulüne tâbi olmanın hadsiz zevkini
tadan ve İslâm'ın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa'd, annesinin
bu yeminini duyar duymaz yanına vardı. "Ey anne!.." dedi. "Cehennem ateşi
durağın oluncaya kadar sakın 'Gölgeleneyim, yiyip içeyim.' deme!"227
Bu âyeti kerîmenin hükmüne göre, bir evlâd, anne
babasının ancak islâm'ın dışında olmayan meşru emirlerini tutmakla
mükelleftir. Böyle bir itaat evlâd üzerine vâcibtir. Aksi hâlde, yâni anne
veya baba, Müslüman evlâdını îmanın ve İslâm'ın dışında birtakım meşru olmayan
hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat
etmemek vâcibtir. Çünkü, "Allah'a isyan olacak şeyde kullara itaat edilmez,
emirleri yerine getirilmez." kaidesi, İslâm'ın bir düsturudur (Nesefî, Tefsir,
c. 3, s. 251).
Bu hârika îman, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne
Hamne'nin elinden, susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa 'd 'ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet
cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa'd, ilk Müslümanlardan birkaçıyla Mekke'nin Ebû
Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû
Süfyan, birkaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey
olduğunu iddiaya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa'd, eline
geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle müşriklerden birinin başını yardı. Bunu
gören diğer müşrikler, cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar.
Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.
Böylece, Hz. Sa'd, "Allah yolunda ilk kan döken sahabî"
unvanını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur!
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa'd b. Ebî
Vakkas, Cennet'le müjdelenen 10 sahabîden biridir. Allah Resulü zamanında
bütün gazalara katıldı. Uhud Harbinde Fahri Kâinat'a vücudunu siper etti ve
müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resulünün, hiçbir fânîye nasîb olmayan
şu hitabına mazhar oldu:
"Anam babam, sana feda olsun yâ Sa'd!.. Durma, at!"228
Hz. Ali der ki:
"Resûlullah (s.a.v.), 'Fedake ebî ve ümmi'* (Anam babam
sana feda olsun) cümlesini sâdece Uhud günü Hz. Sa'd için söyledi."229
Bu kelimeler, razı olmayı, memnun olmayı ifade eder.
Yaptığı tebcile şayan bulunan zâtlar, bu kelimelerle medh ve sena edilirler.
Aynı muharabede, Hz. Sa'd, her ok attıkça, Allah Resulü,
"İlâhî, bu, Senin okundur." diyor ve onun için şöyle dua ediyordu:
"Allah'ım!.. Sana dua ettiğinde Sa'd'ın duasını kabul et,
atışını da doğrult!"230
Allah Resulünün, "Allah'ım, onun duasını kabul et!"
buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti
yanında duasının kabulüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve
okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklarından
korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.231
İslâm'a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında
Müslüman olan Hz. Sa'd, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâm'a hizmette
geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran'a gönderilen ordunun kumandanlığma tâyin
edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisrâ ülkesini fethedip
İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona "İran Fâtihi" unvanı verildi.
EBÛ ZERRİ GIFARÎ'NİN İSLÂM'LA ŞEREFLENMESİ
İslâm'ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve
gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimîyetleriyle
Hz. Resûlullah'ın muallimliğinde İlâhî dâvayı öğrenmeye ve yaşamaya
çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz dâvasını aşikâre ilân
etmemişti; ama buna rağmen, Mekke'nin dışında da birçok yerden, beklenen Son
Peygamber'in zuhur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de,
Gıfar Kabîlesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nefret
eden ve senelerden beri hak ve hakikati arayan, Arab'ın güzide şâirlerinden
biriydi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında
parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir
olan kardeşi Üneys'e, "Haydi, Mekke'ye, zuhur ettiği söylenen zâta git,
kendisiyle bir görüş; ve onun hakkında bana haber getir." diyerek onu Mekke'ye
gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu talimatı üzerine Mekke'ye geldi ve
Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, "Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne
söylüyor?" diye sordu.
Üneys, "Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı,
kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor." dedikten
sonra, sözlerine şöyle devam etti:
"Halk, 'Şâirdir, kâhindir, sâhirdir.' diyor! Amma ben
kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri kat'iyyen kâhinlerin
sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas
ettim; aralarında hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka,
apayrı bir şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. Hülâsa,
yeminle derim ki Muhammed (s.a.v.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara yeltenenler
ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir."232
Ebû Zerr, kardeşine, "Sen" dedi, "beni rahatlatıcı fazla
bir malûmat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!"
Üneys, onu îkaz etti: "Gitmesine git, ama kendini Mekke
halkından kolla! Çünkü, onlar Muhammed'e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!"
Bundan sonra, Ebû Zerr, eline asasını, sırtına bir su
kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip
Mekke'ye kavuştu ve doğruca Kabe'ye gitti. Resûli Ekrem'i aradı, fakat
tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi; hem de uygun
bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi, Mekke'de Müslümanlarla müşrikler
arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi
yaşıyorlardı.
Mecsidi Haram'da kalmaktan başka bir çâresi yoktu. Öyle
yaptı. Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescidi Haram'ın bir köşesinde
büzülmüş hâlde gördü. Yanından gerçerken, kendi kendine, "Zannımca bu adam
uzak bir yoldan gelmiştir." diye konuşunca, Ebû Zerr, "Evet," dedi, "uzak bir
yoldan gelmişim!"
Hz. Ali, "Gel, evimize gidelim." dedi ve onu alıp evinde
misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi
birbirlerine açılmadan geçirdiler.
Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup
bulmak için Mescidi Haram'a gitti; fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz
hakkında bir malûmat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına
Hz. Ali uğradı; tekrar kendi kendine, "Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek
zamanı gelmedi mi?" diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, "Hayır..." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, "Haydi, öyle ise
bize gidelim." dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, "Nereden
ve niçin geliyorsun?" diye sordu.
Ebû Zerr, "Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana
anlatırım!" dedi.
Hz. Ali, "Emin olabilirsin." karşılığını verince, Ebû
Zerr asıl maksadını açıkladı. "Ben," dedi, "Gıfar Kabîlesindenim. Buradan
peygamberlik iddiasında bulunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat
onu görüp konuşayım, diye geldim!"
Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, "Sen, bu hareketinle
akıllıık ettin, doğruyu buldun!" diye konuştuktan sonra, "Ben" dedi, "şimdi
Resûlullah'ın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim yere sen
de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem,
papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni
beklemezsin, yürür gidersin!"
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan
takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullah'ın
huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,"Selâm, sana olsun ey Allah'ın Resulü!.." dedi.*
islâm'da bu türlü ilk selâm veren zât, Ebû Zerr
Hazretleridir.
Resûli Ekrem, "Allah'ın rahmeti, senin üzerine de olsun."
dedikten sonra, "Sen kimsin?" diye sordu.
Ebû Zerr, "Ben, Gıfar Kabîlesindenim." diye cevap verdi.
"Ne zamandan beri buradasın!"
"Üç gün üç geceden beri buradayım!"
"Seni kim doyuruyor?"
"Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile!.. Hiç
açlık ve susuzluk duymadım!"
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Zemzem, mübarek,
doyurucu bir yiyecektir." buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, "Yâ Resûlallah!.. Bana İslâm'ı anlat."
dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca,
derhâl şehâdet getirerek Müslüman oldu.233
Müslümanlığını İlân Etti!
Şehâdet getirerek İslâm'la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr'e,
ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullah'ın tavsiyesi şu oldu:
"Yâ Ebû Zerr!.. Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve
memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"
Vecd ve heyecan mâdeni hâline gelen Hz. Ebû Zerr, "Yâ
Resûlallah!.." dedi, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ'ya yemin
olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim!" Sonra da kalkıp
doğruca Kabe'ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, "Ey Kureyş topluluğu!..
Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yok ve Muhammed, O'nun Resulüdür!"
diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep
birden üzerine çullandılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler.
Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas,
yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şam ticaret
yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat, îmanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû
Zerr'i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine
müşriklere karşı Allah'ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullah'ın da O'nun hak
peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine
mâruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve, "Yazıklar olsun size!.. Siz, Gıfar
Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticaret yeriniz ve
yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?" diyerek onu müşriklerin
merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.234
Bu hâdiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak
dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret'in 6. yılına kadar da
orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazalarında bulunamadı. Fakat
bunlardan sonraki gazalarda Resûli Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
HABBAB B. ER ETİN MÜSLÜMAN OLMASI
Habbab b. Eret, Ümrnü Anmar adında İslâm düşmanı bir
kadının âzadlı kölesiydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle
öteden beri görüşür ve konuşurdu.
Resûli Kibriya Efendimiz henüz Dârû'lErkam'a yerleşmediği
bir sırada gelip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân
etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz.
Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâm'la şereflendiğini kahramanca
ilân ve izhar etti.
İşkence
Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da
eziyet ve işkencelere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak
gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbab,
geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun
gönlü îman ateşiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Resûlullah'ın huzuruna geldi. Ümmü
Anmar'dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz, "Yâ
Rab!.. Habbab'a yardım et!" diye dua etti.
Bu duanın hemen akabinde Ümmü Anmar, şiddetli bir baş
ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler, dururdu. Sonunda kendisine,
başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını
dağladı.
Hz. Habbab, Ateş Alevi İçinde
Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab'ın
gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp,
ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.235
Seneler sonraydı. Hz. Ömer, İslâm'ın halifesi idi.
Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri eza ve cefayı
kastederek, "Yeryüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sâdece
bir tek adam vardır." diye konuştu.
Hz. Habbab merak edip, "Yâ Emîre'lMü'minîn!.. Kimdir
o?.." diye sordu.
Hz. Ömer, "BilâFdir." diye cevap verdi.
Hz. Habbab, "Yâ Emîre'lMü'minîn!.. O benim kadar işkence
çekmemişti! Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl'i koruyan vardı. Benim
ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da..." dedikten sonra müşrikler
tarafından ateş içine yatırılmasını da şöyle anlatmıştı:
"Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin
içine beni sırtüstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer
soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!"
Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş
yanıklarından, sırtı alaca olmuştu!
Peygamberimize Başvurması
Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îman ve
İslâmiyetinden zerre kadar tâviz vermiyor, Allah'a ve Resulüne sonsuz
muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda
değildi. Mâruz kaldığı eza ve cefalardan dolayı Resûlullah'a başvurmaktan
başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna
çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için
Allah'a dua etmez misin?" dedi.
Resûli Kibriya Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu
cevabı verdi:
"Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki,
demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu
dininden döndüremezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu
işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti)
tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip
San'a'dan HadraMut'e kadar tek başına giden bir kimse, Allah'tan başkasından
korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir endişe
duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz."236
As b. Vail 'e Verdiği Cevap
Hz. Habbab'ın, azılı müşriklerden Âs b. Vail'den mühimce
bir alacağı vardı. Bir gün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik,
"Muhammed'i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!" dedi.
Hz. Habbab, "Ben her şeyimden vazgeçerim, yine de
ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!"
diye cevap verdi.
Bunun üzerine As b. Vail, "Ben, öldükten sonra dirilecek
miyim? Eğer böyle bir şey olacaksa, sabret! Diriltilip malıma ve evlâdıma
tekrar kavuştuğum o gün, sana olan borcumu öderim!"237 diye küstahça konuştu.
Âs b. Vail'in bu sözleri üzerine, Cenâbı Hakk, indirdiği
âyeti kerîmelerde şöyle buyurdu:
"Şimdi şu âyetlerimizi ve 'Elbette bana mal ve evlâd
verilecektir!' diyen adamı gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân'ın
huzurunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil. Biz, onun dediğini yazacağız ve
azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız
da, o bize tek başına gelecektir!"238
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını
ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur'âni Kerîm'i okutmak ve
öğretmekle de meşgul olurdu.
Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kız kardeşinin
evine hışımla girdiği zaman da, yine bu fedakâr sahabî, onlara yeni inen
âyetleri okuyor ve öğretiyordu. Meryem, 77 - 80.
223 ibni Esîr, Üsdû'lGabe, c. 2, s. 292.
224 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 266; ibni
Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 139; Taberî,Tarih, c. 2, s. 216.
225 İbni Hacer, ellsabe, c. 2, s. 33;
ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 291.
226 Ibni Hacer, ellsabe, c. 2, s. 31;
Halebî, İnsanû'lUyun, c. 1, s. 280.
227 Ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 292.
228 ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 139. "Fedake
ebî ve ümmi" tâbiri, asıl mânâsında değil, örfî mânâsında kullanılır.
229 Müslim, Sahih, c. 7, s. 125.
230 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 141.
231 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.
149.
232 İbni Sa'd, Tabakat, c. 4, s. 224;
Müslim, Sahih, c. 7, s. 153154.
233
ibni Sa'd, Tabakat, c. 4, s. 224225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153154.
235 İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 165.
Buharı, Sahih, c. 4, s. 238239. 237 ibni
Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 1 (54165. |