İKİNCİ MÜSLÜMAN KAFİLESİ HABEŞİSTAN'A HİCRET EDİYOR!
(Bi'setin 7. senesi/Milâdî616)
Habeşistan'a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce
de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî
ibâdetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde îfa edebilme imkânına
kavuşmuşlardı.
Bu durumu haber alan Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'de
kalan Müslümanlara da Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûli Ekrem'in amcası Ebû Tâlib'in oğlu Hz. Cafer'in
başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden
daha kalabalıktı. Onu kadın 92 kişilik bu topluluk da sağ salim, sırf
dinlerini emniyet altına almak, ibâdetlerini huzuru kalb ile îfa edebilmek
gayesiyle Mekke'den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye
rağmen Mekke'den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye
devam etti. Cenâbı Hakk'ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini
sürdürdü.292
KUREYŞÜLER, MUHACİRLERİN PEŞİNDE!
Kureyş müşrikleri, Müslümanların ard arda Habeş ülkesine
hicret etmelerinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garib Müslümanların
peşini bırakmak niyetinde değillerdi. İslâmiyetin bu gibi ülkelerde de
yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet hâline gelmesi endişesini
taşıyorlardı. Zîra, Müslümanlar, Habeş Hükümdarından himaye gördükleri
takdirde Arabistan'ın İslâm sinesine koşması daha da kolaylaşabilirdi!
Böylece, İslâm'ın önüne çekmek istedikleri sedleri de yerle bir olacaktı!
Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında
konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş
Hükümdarından geri istemeye karar verdiler.293
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rabia'yı
vazifelendirdiler. Plânları şu idi:
Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin
hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce hükümet adamlarına hediyeleri
verilecek ve arzuları arzedilecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim
edilecek.
Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:
Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş
Necâşîsinin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden
arzularını yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.
Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.
Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek
maksatlarını şöylece arzettiler:
"Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan
ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya
çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri
istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu
ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme
fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki:
'Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını
da başkalarından daha iyi görürler.'"
Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve
kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve
arzularını şöyle dile getirdiler:
"Ey Hükümdar!.. Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu
adamlar, şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için
gelmişlerdir. Seni bu hususta îkaz etmeye geldik. Bunlar Meyrem oğlu İsa'yı
ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize
iade et, biz onların hakkından geliriz."294
Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade
ediyorlardı. Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da
kendisini kazanmak istiyor ve "Onlar, Meryem oğlu İsa'yı ilâh olarak
tanımazlar." diyerek mülteci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini
istiyorlardı.
Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin
söylediklerini tasdik ettiler. "Ey Hükümdar!.." dediler, "Bunlar doğru
söylüyorlar. Elbette onları başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar; hangi
kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim!
Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler."
Elçiler, isteklerine "evet" denileceğini ümitle
beklerken, Necâşî hiddetli hiddetli, "Vallahi, hayır." dedi, "Çaresiz kalmış,
yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir
kimseye teslim etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir
zaman kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları
kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi
olursa, kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim."29S
Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için
dâvetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer'i kendilerine temsilci
seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.
İçeride Kureyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı
râhibler de vardı.
Hz. Cafer, Necâşî'nin huzuruna girince, selâm verdi,
fakat secde etmedi.
Saray adamları, Hz. Cafer'e, "Sen ne diye hükümdara secde
etmedin?" diye sorunca şu cevabı verdi:
"Biz ancak Allah'a secde ederiz!" Tekrar, "Niçin?" diye
sordular.
"Çünkü," dedi, "Allah bize resulünü gönderdi. O da
Allah'tan başkasına secde etmemizi men'etti."
Bunun üzerine elçiler, "Ey Hükümdar!.. Biz, bunların
hâlini sana bildirmemiş miydik?" dediler.
Necâşî, Müslümanlara, "Siz ülkeme niçin geldiniz? Hâliniz
nedir? Tüccar değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O hâlde, bana, benim
memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli
nedir? Hem bana söyleyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin
selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?" diye sordu.
Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, "Ey
Hükümdar!.." dedi, "Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik
edin, yalan söylersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden)
sâdece biri konuşsun, öbürü sussun!"
Elçilerden Amr b. As, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine
Hz. Cafer, Necâşîye hitaben, "Söyle şu adama:" dedi, "Biz, tutulup
efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Onlar köle midirler?" Amr,
"Hayır..." dedi, "Onlar şerefli ve hürdürler!"
Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, "Sor şu adama:" dedi, "Biz,
haksız yere birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Bunlar haksız yere har hangi
birinizin kanını mı döktüler?"
Amr, "Hayır..." dedi, "Onlar, bir damla kan bile
dökmediler."
"Hz. Cafer, yine Necâşîye, "Sor şu adama:" dedi, "Halkın
mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz
mallar mı var?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Eğer şu adamcağızların,
ödeyecekleri bir kantar altın borçlan varsa, onu ben ödeyeceğim."
Amr, "Hayır!.." dedi, "Onların bir kırat borçları bile
yok!"
Bunun üzerine Necâşî, "O hâlde, siz bu adamlardan ne
istiyorsunuz?" dedi.
Amr, "Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi
bıraktılar. Muhammed'e ve dinine tâbi oldular!" diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer'e döndü ve, "Siz sâlik
bulunduğunuz şeyi ne diye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden
ayrıldığınıza, ne benim dinimde ne de şu milletlerden herhangi birisinin
dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?" diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını
düşünerek, "Ey Hükümdar!.." dedi, "Biz Câhiliyyet üzere olan bir millet idik.
Putlara tapar, İaşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik.
Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur,
zaîfleri ezerdik. Bizler bu hâl üzere iken, Allah, içimizden birini bize
peygaber gönderdi. Nesebini, asaletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve
nezahetini bildiğimiz bir peygamber!.. O, bizi Allah'ın varlık ve birliğine
inanmaya, O'na ibâdete bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapınageldiğimiz
putları ve taşları terketmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri
yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi,
günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim
malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona îman
ettik ve dâvasını tasdik ettik. Onun Allah'tan getirip bildirdiği şeylere tâbi
olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden
vazgeçirmek, Allah'a ibâdetten alıkoyup putlara taptırmak için türlü türlü
işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Biz de bütün bu sebeplerden dolayı
yurdumuzu, yuvamızı terkederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına
tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit
etmekteyiz."296
Hz. Cafer, hükümdarın selâm verme ve secde etmeme
hususundaki sorusuna da şöyle cevap verdi:
"Selâm verme meselesine gelince... Biz, seni,
Resûlullah'ın selâmıyla selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız.
Cennet'e gireceklerin selamlaşmalarının da bu şekilde olacağını
Peygamberimizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selâmladık. Secde etme
hususuna gelince... Biz, Allah'tan başkasına secde etmekten yine Allah'a
sığınırız!"297
Hz. Cafer'in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir
icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.
Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer'e,
"Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?" diye sordu.
Hz. Cafer, "Evet, var." dedi ve Meryem Sûresinin baş
taraflarını okudu: "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd... Bu, sana okuyacağımız âyetler,
Rabbinin, kulu Zekeriyya'ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli
yalvardığı zaman, şöyle demişti: 'Ey Rabbim!.. Doğrusu ben (öyle bir kimseyim
ki), kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu.
Sana dua emekle ey Rabbirn, hiçbir zaman mahrum olmadım."298
Sonraki âyetlerde, Hz. Meryem'in İsa'ya (a.s.) nasıl
hâmile kaldığı, Hz. İsa'nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte
nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği
anlatılıyordu.
Okunan âyetler, Neeâşînin ruh dünyasına, gözlerinden
yaşlar akıtacak kadar tesir etti; hattâ, akan yaşlar sakalını bile ıslattı.
Hazır bulunan râhibler de gözyaşlarını tutamadılar.
Kur'ânı Kerîm'in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir
nebze teskin olduktan sonra Necâşî, "Vallahi," dedi, "bu, aynı kandilden
fışkıran bir nurdur ki, Musa da, İsa da onunla gelmişti!"2"
Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek,
"Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir
kötülük düşünürüm!"100 dedi.
Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin,
boyunlarını bükerek sarayı terketmelerinden başka çâreleri kalmadı.
Buna rağmen elçiler, bilhassa Arablann siyaset dâhisi
kabul ettikleri Amr b. As, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir
taktik uygulamaya karar verdi.Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak,
Müslümanların Hz. İsa hakkında çok garib şeyler söylediklerini anlattı.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve
onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer'e, "Hz. İsa hakkında ne
düşünüyorsunuz?" diye sordu.
Hz. Cafer şu cevabı verdi:
"Biz, Hz. İsa hakkında, Peygamberimizin bize Allah'tan
getirip bildirdiğini söyleriz: 'O, Allah'ın kulu, Resulü ve Allah'ın (şâir
ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten
vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem'e ilka edilmiş olan Allah'ın bir
kelimesidir (Yâni, Cenâbı Hakk'ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).'
Meryem oğlu İsa'nın hâli ve sânı bundan ibarettir."301
Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Necâşîyi
oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek, "Bizimle
sizin aranızda bu hususta şu çizgi kadarcık bir fark var. Zâten biz de, onu,
sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz." dedi.302
Elçiler, Necâşînin himayeden vazgeçmesini beklerken bu
himayesini daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayâl kırıklığına
uğradılar!
Necâşî, Müslümanlara da, "Sizi ve yanından geldiğiniz
zâtı tebrik ederim ki, o, Allah'ın Resulüdür. Zâten biz, onun vasıflarını
kitabımız olan İncil'de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsa da insanlığa
müjdelemişti. Allah'a yemin olsun ki, eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı,
ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım!"303 dedi.Hak ve hakikati görüp
idrak eden Necâşî, Peygamberimizin risâletini tasdik eden sözlerinden sonra,
bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:
"Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden
mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helak olur! (Bu
sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir dağ
kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!"304
Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere
elbette gerisin geri Mekke'ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hattâ,
Necâşî, kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı
geçirdiler. Korktukları, başlarına gelmiş sayılırdı!
Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar
müşriklerin eziyet ve hakaretlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini
rahatlıkla yerine getirme imkânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana
baba vatanından uzakta gurbet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle
kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman
sonra, Kureyş ileri gelenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler
aldılar. İleri gelenlerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslâm'a
teslim olması demekti.
Bu haberler üzerine, "Mekke'nin artık kendileri için bir
eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu" zannıyla altısı kadın 39
kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak, Mekke'ye
yaklaştıklarında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri
dönmek bir hayli zordu.
Mekke'ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve
dostlarının himayesine sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu.
Şehre serbestçe girmeye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine
teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve
dostlarının himayesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise, himayeye lüzum
görmeden, gizlice şehre girdiler.
Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar,
Müslümanların Medine'ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı
Hicret'in hemen akabinde Medine'ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir kısmı
ise, uzun müddet Habeşistan'da ikamet ettiler.
Mekke'ye yerleşenler, Medine'ye hicrete kadar buradan
ayrılmadılar. Müşriklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini
siper ederek îmanküfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.305