Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriya Efendimizin
Mekke'den Medine'ye gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her
gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar
yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.
Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler,
gelmediğini ve etrafını da şiddetli sıcaklığın bastığını görünce evlerine geri
dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir
Yahudi, beyazlara bürünmüş birkaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri
yara yara gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların, Hz. Resûlullah'ı günlerden
beri beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, "Ey Arap
topluluğu!.. İşte, beklediğiniz devletliniz geliyor!" diye haykırarak
Müslümanlara müjde verdi.413
Bu müjde, Medine sokaklarında bir şimşek gibi çaktı.
Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan
zât geliyordu! Müslümanlar derhâl silâhlanıp o tarafa doğru koştular.
Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû
Bekir'e, bir hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir,
başucunda ayakta duruyordu! Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve
muhabbetle bekledikleri ak maşlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selâmladılar,
nur saçan mübarek sîmasını temaşaya başladılar.
Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren
Resûl-i Kibriya, daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılar ile birlikte
Medine'nin sağ tarafına düşen Küba köyüne doğru yoluna devam etti.
Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.
Güneş, ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne
gönderiyordu. Kuşluk vakti Resûl-i Kibriya Efendimiz, etrafındaki mü'minler
halkasıyla Medine'ye bir saat kadar mesafesi olan Küba köyüne vardı. Orada Amr
b. Avf Oğullarının kardeşi Gülsüm b. Hidm'in evine indi. Kızgın kumlar
üzerindeki sür'atli yolculuk Efendimizi oldukça yormuştu. Müslümanlarla
görüşmek arzusuna binâen Küba'da bir müddet ikamet etmeye karar verdi.
Geceleri Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı
bir zât olan Gülsüm b. Hidm'in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise
Müslümanlarla konuşmak, sohbet etmek için ashabtan bekâr bir zât olan Sa'd b.
Hayseme'nin evine giderdi. Zâten, Muhacirlerin bekârları da onun evinde
kalırlardı. Bu sebeple evine "Dârû'l-Uzab [Bekârlar Evi]" denirdi.414
HZ. ALİ'NİN GELİP EFENDİMİZE KAVUŞMASI
Hz. Ali, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle,
Kureyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini
sahiplerine iade etmek maksadıyla Mekke'de kalmıştı.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin
Mekke'den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriya
Efendimiz henüz Küba'da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve
kabarmış idi. Peygamberimiz, onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının
iyileşmesi için dua edip eliyle mesnetti. Cenâb-ı Hakk ânında şifa ihsan etti.
Hz. Ali'nin ayaklarında ne kabarmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.415
KÜBA MESCİDİNİN İNŞASI
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Amr b. Avf Oğullarında 10
küsur gece misafir kaldı. Bu müddet zarfında Küba Mescidini tesis etti ve bu
mescid içinde namaz kıldı.
Efendimizin tesis ettikleri mescidden önce,
Müslümanlardan bazıları kendileri için mescid inşa etmişlerse de, İslâm
cemaati için ilk olarak bina olunan mescid, işte bu Küba Mescididir.
Gülsüm b. Hidm Hazretlerinin, üzerinde hurma kuruttuğu
arsasında bina edilen bu ulvî mabedin inşasında, Resûl-i Kibriya Efendimiz
bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir
taş almışlardı. Sahabînin biri yanına varıp, "Yâ Resûlallah!.. Anam babam sana
feda olsun! Elinde-kini bana ver." deyince, "Hayır vermem! Sen de başkasını
al." buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifade etmişti.
Böylece, ibâdeti, takvası, sadâkati, metaneti, cesareti vesâir bütün güzel
vasıflarda olduğu gibi gayret ve çalışkanlığı ile de sahabîlere en güzel örnek
oluyordu.
Onun bu gayret ve faaliyetini müşahede eden Müslümanlar
da, aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütur eseri
göstermeden çalışıyorlardı. Mescid yapılıp bitinceye kadar, Peygamber
Efendimiz, çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini şâir
Müslümanlardan farklı bir muameleye tâbi tutmadı.
Küba Mescidi
Küba Mescidinin Ehemmiyet ve Fazileti
Küba Mescidi, Resûl-i Kibriya'nın hicreti ve özellikle
Küba köyüne ulaşmasıyla başlayan nurânî ve muazzam bir devrin mübarek bir
abidesidir. Bu sebepledir ki, Kur'ân lisanıyla "Takva Mescidi" adı verilerek
şerefli kılınmıştır. İlgili âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurulur:
"Muhakkak bu bir mesciddir ki, onun temeli Medine'ye
hicretin ilk gününde takva üzere atılmıştır. Azîz Peygamberim!.. Bu mescid,
senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır. Bu mescidde son derece temizliği ve
nezaheti seven bir cemaat vardır. Allah da, çok temiz ve faziletli olanları
sever!"416
Nebîyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her
Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübarek mescidi ziyaret eder ve
içinde namaz kılardı. Ayrıca mü'minleri de teşvik ederek, tam bir temizlik ve
nezahetle bu mübarek mescidde namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduğunu
müjdelerdi.
İslâmî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş
bertaraf olduğu, İslâm'ın inkişaf ve tealiye başladığı bir dönemde inşa
edilmiş olması, Küba Mescidine ayrı bir manâ ve ehemmiyet atfeder.
Suheyb b. Sinan 'in Küba 'ya Gelişi
Suheyb b. Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine
mâruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine'ye hicrete Efendimiz
tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke'den
ayrılamamıştı.
Hz. Ali'nin hicret ettiğini görünce, o da, Medine'ye
hicret maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkeliler-den bazıları
arkasına düşüp yetiştiler ve, "Sen buraya fakir olarak geldin, yanımızda
zengin oldun! Kendinle birlikte bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun.
Buna müsaade edemeyiz!" demişlerdi.
îmanından aldığı cesaretle, bu kahraman sahabî, hemen
bineğinden inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Kureyş
topluluğuna, "Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu bilirsiniz.
Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse kılıcımı çalarım! Bunlardan biri
elimde bulunduğu müddetçe yanıma sizi yaklaştırmam!" diye hitab etmişti.
Müşrikler, bu kahramanca seslenişe cevap vermemişlerdi.
Bu İslâm kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı. Bir
tarafta kalbindeki Allah'a îmanın verdiği hadsiz cesaretle duran Suheyb b.
Sinan, diğer tarafta gönüllerine şirk ürkekliği hâkim birçok müşrik vardı.
Sonunda Suheyb, şu teklifte bulunmuştu:
"Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size
bırakırsam, gitmeme müsaade eder misiniz?"
Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, "Evet..."
demişlerdi.
Hz. Süheyb de onlara servetini bırakarak Allah yolunda
dini ve îmanını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.
Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Küba'da Resûl-i
Kibriya Efendimize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son derece
acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in
önünde taze yapraklı salkım hâlinde hurma vardı. Hz. Suheyb, hemen yaş
hurmaları yemeye başladı.
Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah!.. Suheyb'i görmüyor musun? Hem
gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor!" dedi.
Resûl-i Ekrem, "Ey Suheyb!.. Hem gözün ağrıyor, hem de
yaş hurma yiyorsun!" buyurunca, sahabî, "Yâ Resûlallah!.. Ben, gözümün sağlam,
ağrımayan tarafıyla yiyorum!" diye lâtif bir cevap vererek Efendimizi
tebessüme getirdi.
Hz. Süheyb, daha sonra, "Yâ Resûlallah!.. Sen Mekke'den
çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp hapsettiler. Ben de servetimi vererek
kendimi ve ailemi satın aldım!" dedi.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, "Suheyb kazandı! Suheyb
kazandı! Ebû Yahya!.. Satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı."417 buyurarak, bu
kahraman sahabîyi müjdeleyip sevindirdi.
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"İnsanlardan, Allah'ın rızasını kazanmak için canını seve
seve feda edenler var! Allah ise, kullarına karşı çok şefkatlidir."418
Küba 'dan Hareket
Server-i Enbiya Efendimiz, Küba'da 10 küsur gece ikamet
buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine'ye doğru hareket etti. Kasva adındaki
devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir, sağ ve solunda ise ana
tarafından dayıları olan Neccar Oğullarından silâhlı 100 kişi ile birçok
Medineli Müslüman yer almıştı.
Manzara, düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit
verici idi. Mekke'de yalnızlıkla baş başa bırakılmış bulunan Resûl-i
Kibriya'nın etrafını şimdi, içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı!
Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürür vardı. Kendilerine dünya ve
âhiret saadetinin kaynağı olan gerçek îman ve İslâm'ı sunan bu şerefli zâtın
yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın
eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.
MEDİNE'DE İLK CUMA NAMAZI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa
yönelerek Salim b. Avf Oğulları yurduna vardı. Ranuna mevkiine geldiklerinde
Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz, Ranuna Vadisinin ortasındaki Cuma
Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine'de kıldığı ilk Cuma
namazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe
îrad buyurdu. İlk hutbesinde Allah'a hamd ve senadan sonra meâlen Müslümanlara
şöyle hitab etti:
"Ey insanlar!.. Sağlığınızda âhiretiniz için tedarik
görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki, Kıyamet Gününde birinin başına vurulacak ve
çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hakk, ona diyecek. Amma
nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: 'Sana benim
Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan
ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?' O kimse dahi sağına soluna bakacak,
bir şey görmeyecek. Önüne bakacak, Cehennem'den başka bir şey görmeyecek! Öyle
ise, her kim ki, kendisin velev ki bir yarım hurmayla olsun ateşten
kurtarabile-cekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bari Kelime-i
Tayyibe ile [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zîra, onunla bir hayra 10
mislinden 700 misline kadar sevab verilir. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi
üzerinize olsun!"419
419 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 146.
Cuma Mescidi
İkinci Hutbe
Resûl-i Kibriya, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle
buyurdu:
"Allah'a hamdolsun. Allah'a hamdederim ve O'ndan yardım
isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık.
Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın idlâl ettiğine de kimse
hidâyet edemez.
"Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O,
birdir, şeriki yoktur.
"Kelâmın en güzeli Kelâmullah'tır. Kimin ki Allah kalbini
Kur'ân'la süsler ve onu kâfir iken İslâm'a dâhil eder, o da Kur'ân'ı şâir
sözlere tercih ederse, işte o kimse felah bulur.
"Doğrusu, Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en
beliğidir. Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı can ve gönülden seviniz.
Allah'ın kelâmından ve zikrinden usanmayınız. Ve Allah'ın kelâmından kalbinize
kasavet gelmesin. Zîra, Kelâmullah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp
seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve
kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyan eder. Artık. Allah'a
ibâdet ediniz ve O'na hiçbir şeyi şerik etmeyiniz. O'ndan hakkıyla sakınınız.
"Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de
te'yid etsin.
"Allah'ın kelâmıyla birbirinizi seviniz. Muhakka
bilmelisiniz ki Allahü Teâlâ ahdini bozanlara gazab eder.
"Allah'ın selâmı üzerinize olsun!"420
Akabe'deki bey'atta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem
Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına
dair söz vermişlerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet
Küba'da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine'ye girmek üzere
bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin
sonunda Cenâb-ı Hakk'ın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyan etmekle
sözlerine son veriyordu.
MEDİNE'YE GİRİŞ
Peygamber Efendimiz, Ranuna mevkiinde Cuma namazını
kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında
Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccar Oğulları yiğitleri ile Medineli
Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve
tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine
doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâm'a
merkez olma şerefine erecek bu kutsî şehir, sürurundan âdeta çalkalanıyordu.
Kâinatın Efendisini sinesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini
yaşıyordu.
Kadınlar, çocuklar, söyledikleri şiirlerle manzaraya bir
başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
Veda yokuşundan doğdu dolunay bize...
Allah 'a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes 'ud
hâlimize
Ey bize gönderilen Yüce Peygamber, sen, İtaat etmemiz
gereken bir emirle geldin bize!..42i
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz.
Resûlullah'ın mübarek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar,
bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler, ona "Hoş
geldin!" diyorlardı: "Muhammed geldi! Yâ Muhammed, Yâ Resûlallah!.. Yâ
Muhammed, Yâ Resûlallah!.."422
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamber
Efendimiz tevazu ve vekarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasva'nın
üstünde yoluna devam ediyordu.
Medinelilerin Daveti
Resûl-i Kibriya Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her
evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nail olmak istiyor ve
devesinin yularını tutup, "Yâ Resûlallah!.. Bize buyurun!" diyordu.Efendimiz
ise, mübarek tebessümleri arasında, "Hayra erin! Deveye yol verin; ona,
gideceği yer buyurulmuştur." diye cevap veriyordu. O mübarek hayvan da, sağa
ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.
Kasva Çöküyor!
Yuları boynuna dolanmış Kasva, ilerleyerek Mâlik b.
Neccar Oğullarına âit evlerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya
çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve, az
sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk
çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü
yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola deprenmeye başladı.
Dikkatler Kasva'nın üzerine çevrilmişti: Resûl-i Ekrem,
o-nun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz
kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.
O sırada Neccar Oğullarının mini mini masum kız
çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize şöyle "hoşâmedî" ediyorlardı:
Biz, Neccar Oğulları kızlarıyız.
Muhammed'in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur !m
Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve
sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve, "Beni seviyor musunuz?" diye sordu.
Hep bir ağızdan, "Evet, seni seviyoruz ya Resûlallah!.."
dediler.Kâinatın Efendisi ise, "Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum!
Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben
de sizi seviyorum!" buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri, Fahr-i Âlem
Efendimizin, hanesine şeref vermesini can-ü gönülden istiyordu. Hattâ, bir ara
Kasva çöktüğü zaman, Cebbar b. Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu
farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, hiddete gelerek, "Ey Cebbar!.. Sen, benim
evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullah'ı hak dinle gönderen
Allah'a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum!"
demekten kendini alamamıştı.
Peygamberimiz, Ebû Eyyûb el-Ensârî 'nin Evini
Şereflendiriyor!
Kasva, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca Peygamber
Efendimiz, "İnşallah menzilimiz burasıdır." buyurarak indi.
Böylece, İslâm ve cihan tarihinin kaydettiği en parlak
hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (s.a.v.), bu inişle sona eriyordu.
Müslümanlar, merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba
kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriya, kimin evini şe-reflendirecekti?
Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince, Kâinatın
Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz, etrafını saranlara,
"Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?" diye sordu.
Neccar Oğullarından Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri,
sevinç ve heyecanla ortaya atıldı. "Yâ Nebîyyallah!.. Benim evim daha
yakındır! İşte, şu evim, şu da kapısı." diyerek gösterdi. Sonra da, "Müsaade
buyurursanız, devenizin üzerindeki leri oraya taşıyayım." dedi; Kasva'nın
yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, "Kişi, bineğinin ve
ağırlığının yanında bulunur." buyurdu ve Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye, "Git, bizi
kabul için yer hazırla!" diye emretti.424
Bu esnada Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan
Esa'd b. Zürare Hazretleri de, teberrüken Kasva'yı alıp kendi evine götürdü.
Hz. Eyyûb el-Ensârî, derhâl gidip evini hazırladı ve
gelip E-fendimize, "Yâ Resûlallah!.. İkinize de yer hazırladım. Allah'ın
bereketiyle ikiniz de yerinize buyurunuz." dedi.425
Sevgi tezahürleri arasında Resûl-ü Ekrem Efendimiz de
kalkıp Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin hanesine gitti. Böylece, Kâinatın
Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu azız sahabîye nasîb oluyordu!
Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine'ye teşrifiyle,
vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze can geldi,
Ensâr'ın yüzü ve gönlü sürura gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve
âdeta bir bayram havasına büründü.
Ashab-ı Kiram'dan Bera b. Azib, o müstesna gündeki sevinç
ve heyecanı şu cümlelerle anlatmak ister:
"Resûlullah (s.a.v.), Medine'ye gelince, Medinelilerin,
onun gelişine sevindikleri kadar hiçbir şeye öylesine sevindiklerini görmedim!
Kadınların, çocukların, 'İşte, Resûlullah geldi./ İşte, Muhammed (s.a.v.)
geldi!' diyerek sevinçten coştuklarını müşahede ettim."426
O zaman henüz bir çocuk olan Ensâr'dan Enes b. Mâlik ise,
şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:
"Ben, Resûlullah'ın (s.a.v.), Medine'ye girdiği günden
daha güzel, daha parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim!"427
Ebû Eyyûb el-EnsârîDer ki...
Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri
der ki:
"Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti.
Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise, yukarı katta bulunuyorduk.
'"Anam babam, sana feda olsun Yâ Resûlallah!.. Ben, benim
yukarıda olmamı, senin ise altta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok
ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada
oturalım' dedim.
"Resûlullah, 'Yâ Ebâ Eyyûb!.. Evin alt katında
bulunmamız, bize daha uygun ve münasiptir.' dedi ve alt katta oturdu. Biz de
meskende onun üstünde bulunuyorduk. O sırada, içinde su bulunan testimiz
kırıldı. Resûlullah'ın üzerine damlayıp onu rahatsız etmesinden korkarak,
zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine
bastırdık."428
Resûl-i Kibriya Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve
onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasip
görmüştü.
Ancak, büyük îman sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin
gönlü bir türlü rahat etmiyordu. "Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta!...
Bu nasıl olur?" diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.
Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle
bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin başka tarafına taşıdılar ve
orada uykusuz sabahladılar.
Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı.
Peygamber Efendimiz, yine, "Aşağısı bana daha uygundur." dedi.
Fakat, büyük sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve,
"Yâ NebîyyallahL Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz!" dedi.Bunun üzerine Resûl-i
Kibriya Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata
taşındılar.429
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensârî
Hazretlerinin mütevazi evinde tam yedi ay ikamet buyurdu. Bu zaman zarfında
Medineli Müslümanlar (Ensâr), bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin
ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.
Resûl-i Ekrem 'in Soğan ve Sarımsak Kokusundan
Hoşlanmaması
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine yerleşen Fahr-i Âlem
E-fendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi.
Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise, devamlı akşam yemeklerini
hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken
yerlerdi.
Yine, bir gece, soğanlı veya sarımsaklı bir yemek yapıp
göndermişlerdi.
Resûlullah, yemeği, geri çevirdi!
Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullah'ın parmaklarının
izini görmeyince feryad ederek yanına gitti ve, "Yâ Resûlallah!.. Anam babam
sana feda olsun! Sen akşam yemeğini geri çevirdin!" dedi.
Resûlullah, "O sebzede bir koku hissettim, ondan yemedim.
Ben, arkadaşım Cebrail'i rahatsız etmek istemem!" buyurdu ve ilâve etti:
"İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar."
Bunun üzerine Ebû Eyyûb, "Yâ Resûlallah!.. Yoksa o yemek
haram mıdır?" diye sordu.
Müslim, Sahih, c. 6, s. 127.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Hayır!.. Fakat, ben kokusundan
dolayı ondan hoşlanmadım."430 buyurdu.
Ebû Eyyûb Hazretleri de, "Senin hoşlanmadığın şeyden ben
de hoşlanmam!" dedi.431
Mucizeli Bir Yemek Ziyafeti
Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin
evinde kaldığı sıradaydı.
Hz. Ebû Eyyûb, Nebîyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû
Bekir-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.
Peygamber Efendimiz, ona, "Git, Ensâr'ın eşrafından bana
30 kişi çağır!" diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip
yediler. Sonra yine ferman etti: "Altmış kişi daha çağır!"
Hz. Ebû Eyyûb, 60 kişi daha davet etti. Onlar da gelip
yediler.
Efendimiz sonra tekrar, "Yetmiş kişi daha çağır!" diye
ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha
gelip yediler.
Ve Hz. Eyyûb der ki:
"Kablarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize
karşısında Islâmiyete girip biat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden
180 adam yediler!"432
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin, mucizeli bir yemek
ziyafetiydi. Berekete dair olan bu mucizeler gösteriyor ki, "Muham-med-i Arabî
(a.s.m.), umuma rızık veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm'in
sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envaında, hilâf-ı âdet
olarak, ona hiçten ve sırf gaybtan ziyafetler gönderiyor."433
HİCRİ TARİH
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine'ye hicret ettiklerinde,
Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun
üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, "Resûlullah'ın
gelişinden bir ay, iki ay sonra..." diye hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Resûl-i Ekrem'in dar-ı bekaya irtihâline kadar da bu
suretle kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir'in
hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer'in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra
resmî muameleler ve medenî münâsebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tâyinine
ciddî gerek duyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, ashabı topladı, onlarla istişare
etti.
Sa'd b. Ebî Vakkas Hazretleri, Peygamberimizin vefatı
zamanının esas alınmasını; Talha b. Ubeydullah Hazretleri, E-fendimizin
peygamber olarak gönderiliş tarihini; Hz. Ali, Resûl-i Kibriya'nın Medine'ye
hicretlerini; başkaları ise, Efendimizin doğum gününün tarihe başlangıç olarak
kabul edilmesini teklif ettiler.
Hicret'in 17 veya 16. yılında toplanan bu şûranın
müzâkereleri neticesinde, Hz. Ali'nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak,
hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata
varılmadı. Abdurrahmân b. Avf Hazretleri, "Haram Aylar"ın ilki olduğu için
Receb'i; Talha b. Ubeydullah, Müslümanların mübarek ayıdır diye Ramazan'ı; Hz.
Ali (r.a.) ise, sene başıdır diye Muharrem'i başlangıç olarak teklif etti. Bu
hususta da yine Hz. Ali'nin teklifi kabul edildi.
Böylece, Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç
kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş
oldular.434
413 ibn-i Hişam, A.g.G., c. 2, s. 137;
Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 233.
414 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 138;
ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 233.
415
Halebî, insan, c. 2, s. 233.
417 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 3, s.
227-229.
418 Bakara, 207.
420 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 147.
421 Halebî, İnsanû'l-Uyûn, c. 2, s. 58.
422 Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; Taberî,
Tarih, c. 2, s. 248.
423
Ibn-i Mâce, Sünen, c. 2, s. 612.
424 ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 235;
Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
425 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 236;
Buharî, A.g.e., c. 2, s. 335.
426 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 234;
Buharî, A.g.e., c. 2, s. 337.
427 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 234.
428
İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 143-144.
430 ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 144.
431 Müslim, Sahih, c. 6, s. 126-127.
432 Kaadı iyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 563;
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.117.
433 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 123.
434 ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Tere, c.
10, s. 120-121.
|