MÜŞRİKLERİN EBÛ TÂLİB'E ŞİKÂYETLERİ
Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûli
Ekrem Efendimizi İslâm'ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû
Tâlib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu
koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri
gelenlerinden 10 kişi, Ebû Tâlib'e gelerek, "Ey Ebû Tâlib!.." dediler,
"Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu,
babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu.
Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan
çekil"261
Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta
kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimî
sevgisi!.. Hangisini tercih edecekti?
Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini
başından savdı.262
Ebû Tâlib 'e İkinci Şikâyet
İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören
müşrikler, Ebû Tâlib'e tekrar başvurdular: "Ey Ebû Tâlib!.. Sen, bizim yaşlı
ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için
sana müracaat ettik; fakat, sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan
sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham
etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz! Sen,
ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok
oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!"263
Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya
bulunduğunun farkındaydı: Kavmi tarafından terkedilmek istemezdi; ama, yeğeni
Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi! O hâlde ne yapabilirdi? Derin derin
düşündükten sonra, Resûli Ekrem'i (s.a.v.) yanına çağırarak, yalvarırcasına,
"Kardeşimin oğlu!.. Kavminin ileri gelenleri bana başvurarak, senin onlara
dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de
altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme! Kavminin hoşuna gitmeyen
sözleri söylemekten artık vazgeç!"264 dedi.
Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kavmi
içinde kendisine yegâne hâmilik eden, Ebû Tâlib'ti. O da mı himayeden
vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebîyyi Ekrem Efendimiz,
bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhafızının Cenâbı Hakk
olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde, amcasına cevabı, kılıç kadar keskin,
kayalar gibi sert ve kesin oldu: "Bunu bilesin ki, ey amca!.. Güneş'i sağ
elime, Ay'ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem!
Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!"265
Öz amcasının kendisini terkedeceği endişesini duyan
Peygamber Efendimiz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek
gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu hâlini gören amcası, onu
nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet beslediği
yeğenini nasıl terkedebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sâhib Resûli Kibriya'nın dâvasını
haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâlib, "Yeğenim benim!.."
diyerek boynuna sarıldı ve, "İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni
asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!"266 diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib'in yeğinini
her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle
anladılar.
Ebû Tâlib 'e Başka Bir Teklif
Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu
gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler.
Yine Ebû Tâlib'e başvurarak şu teklifte bulundular:
"Ey Ebû Tâlib!.. Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en
kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umare b. Velid'i verelim; kendine
evlâd edin. Aklından, yardımından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize,
kaddeşinin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam!
Daha ne istersin?"
Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, "Önce siz bana kendi
oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size
verebilirim!" diye cevap verdi.
Bu tekilfi müşrikler tepkiyle karşıladılar. "Bizim
çocuklarımız," dediler, "onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!.."
Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir
dille, "Vallahi, o, sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır.Siz bana çok
çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek
üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla müsaade
edemem!"267 diye konuştu.
Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı.
Bu nefret ve kinleri bundan böyle sâdece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû
Tâlib'e de yönelmiş oluyordu!
Kaderin garib tecellîsine bakınız ki, müşriklerin Ebû
Tâlib'e karşı menfî tavır takınmaları, Haşîm Oğullarının, Resûli Ekrem'i
himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sâdece biri kaçındı: Ebû LehebL.
Bu arada, Ebû Tâlib, Haşîm Oğullarını topladı ve Resûli
Ekrem'in korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.
Ebû Tâlib'in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini
şu kesin karara şevketti:
Allah Resulünün hayatına son vermek!..
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescidi Haram'a
toplandılar. Bunu duyan Ebû Tâlib, Haşîm Oğulları gençlerini bir araya topladı
ve derhâl onlarla Kabe'ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. "Vallahi,"
dedi, "yeğenim Muhammed'i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiç kimse
sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helak oluncaya kadar peşinizi bırakmayız!"
Ebû Tâlib'in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime
konuşamadan dağıldılar.
Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi
hakkında şöyle diyordu:
"Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz
edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sâhibidir ki,
yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Haşîm Oğulları
Ailesinin yoksulları ona sığınırlar. Haşîm Oğulları, onun sayesinde nimetlere
erişmişlerdir.
"Ey Kureyş topluluğu!.. Beytullah'a yemin ederim ki, siz
onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayâllere kapılıyorsunuz. Muhammed
hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda
çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok
olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa
etmedikçe size bırakmayız!"268
MÜŞRİKLERİN YENİ TERTİPLERİ
Bütün bu olup bitenlerden sonra, Kureyş müşrikleri,
Peygamber Efendimizin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve
işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni
isnad ve iftiralar uydurmayı tasarladılar. Hedef, Resûli Ekrem Efendimizin
yüce şahsiyetini (hâşâ) nazarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin
insanlarca duyulmasına engel olmaktı!
Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan
Velid b. Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet
bahşeden îman, İslâm dâvası ve onun temsilcisi olan Resûli Kibriya Efendimiz
hakkında konuşmaya başladılar.
Fikir babalarından biıri olan Velid b. Muğire, etrafında
toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, "Ey
Kureyşliler!.." dedi, "İşte, hacc mevsimi de gelip çattı. Arab kabîleleri
yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak, onlar, şu adamımız Muhammed'in
meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple
onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; tâ ki, aramızda
ihtilâfa düşmeyelim."
Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan
etmeleri, elbette onları inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma
sokacaktı; dolayısıyla, gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda
da dinlemek istediler. "Sen," dediler, "bize bu husustaki görüşünü, kanaatini
ve tedbirini de söyle; biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket
edelim!"
Fakat, Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğrenmek
istiyordu!
Kureyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: "'Kâhindir.'
deriz."
Velid bu fikirlerine katılmadı. "Hayır..." dedi,
"Vallahi, o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu
şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru
da söyler, yalan da... Amma, biz Muhammed'in hiçbir yalanını görmedik ki!.."
Müşrikler, "O hâlde 'Mecnun [deli].' diyelim!" dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti. "Hayır..." dedi, "O,
mecnun da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun
hâli, bir delininkirıe asla benzemiyor!"
Topluluktan üçüncü teklif geldi: "Öyle ise 'Şâirdir.'
deriz!"
Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. "Hayır... O, şâir de
değildir. Biz, şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bunların hiçbirine
benzemez!"
"O hâlde 'Sihirbaz [büyücü].' deriz!"
Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. "Hayır,
hayır!.. O, sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları
sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup
üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları..." diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi
Velid'e havale ettiler. "O hâlde, ey Abdûşşems'in babası, ne diyeceğimizi sen
söyle!" dediler.
Velid'in konuşması şaşırtıcı oldu. "Vallahi," dedi, "onun
sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz
olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok
verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür
meyveli bir hurma ağacıdır o!.."
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl
danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman
olmuştu? Hele, kendilerini terkedip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün
bütün artırdı. Öyle ki, "Velid, dininden döndü!" diye söylenmeye bile
başladılar.
Ancak, Velid'in dininden döndüğü filân yoktu. Hangi itham
ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını
verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
"Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak
olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı, ona 'Sihirbaz.'
demenizdir; çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evlâdla
babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın
arasını açıyor!"269
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber
Efendimize (hâşâ) "Sihirbaz." diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı
kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerde, Velid b.
Muğire'nin bu kurnazca tedbir ve plânından, "Kahrolası, ne biçim (söz)
uydurdu!" buyurarak bahsediyor ve akıbetini de şöyle ilân ediyordu:
"Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğire'yi] Cehennem'e
sokacağım!"270
Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir
kâhin değildi; çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminidir. Hâlbuki, onun
söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim akim tasdik ettiği gerçeklerdi;
karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifade eden sözlerdi.
O, iddia edildiği gibi, bir mecnun da değildi; çünkü,
yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının
mükemmelliyetine şehâdet ediyorlardı.
Serveri Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de
değildi; çünkü, onun bahsettiği parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayâllerinden
berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!
Cenâbı Hakk, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve
tertiplerinden sonra indirdiği vahiyle Resulüne şöyle hitab etti:
"O hâlde ey Resulüm!.. Sen, öğüt ve nasihate devam et!
Çünkü, sen, Rabbinin (nübüvvet ve İslâm) nimeti sayesinde ne kâhinsin, ne de
mecnun..."271
MÜŞRİKLERİN YENİ TEKLİFLERİ
Hidâyet dairesi gittikçe genişliyor, îman ve Kur'ân
nuru bütün haşmet ve parlaklığı ile ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Kureyş müşriklerinin telâş ve endişeleri ise had
safhadaydı. Hele, parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hz.
Hamza'nın inananlar tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması,
kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha
büyük gediklerin açılması, onları değişik plânlar kurmaya ve yeni yeni
tertiplere girmeye şevketti.
Bir gün, Kureyş Kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b.
Rebia, bir grup müşrike, "Ey Kureyşliler!.. Muhammed'in yanına gidip
konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam nasıl olur? Umulur ki, o, bu
tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz;
böylece, kendisi de, bize karşı yaptıklarından belki vazgeçer!" diye teklif
etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi.
Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i
Haram'da bulunan Nebîyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle
başladı:
"Ey kardeşimin oğlu!.. Biliyorsun ki, sen aramızda
şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin.
Ancak, sen, kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini
dağıttın, akılsız olduklarını söyledin; tanrılarını ve dinlerini kötüledin;
onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek
olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı
istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Söyle, ey Velid'in babası,
seni dinliyorum!" deyince, Utbe, tekliflerini sıralamaya başladı: "Sen
ortaya attığın bu meseleyle şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen,
mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir
şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım! Yok, eğer bu sana gelen,
görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden perilerden
gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim.
Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım!"
Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası
Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe'ye, "Ey Velid'in babası!..
Söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu.
Utbe'den, "Evet..." cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, "O
hâlde, şimdi sen beni dinle." dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin
1-36 arasındaki âyetleri kemâl-i vakar ve heybet içinde
okumaya başladı: "Ha Mîm... Bu Kur'ân, Rahman,
Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmedir. Bir kitaptır ki, âyetleri Arapça
bir Kur'ân olmak üzere anlayacak olan bir kavme açıklanmıştır; hem Cennet'i
müjdeleyici, hem (ateşten) korkutucu olarak... Fakat, onların (Mekke
kâfirlerinin) çoğu (Kur1-ân'dan) yüz çevirdiler. Artık onlar, dinleyip
Hakk'ı kabul etmezler."
Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber
Efendimiz, Utbe'ye döndü ve, "Ey Velid'in babası!.. Okuduklarımı dinledin!
Artık gerisini sen düşün!" dedi.
Kur'ân'm nazmındaki i'caz, mânâsındaki tatlılık
Utbe'nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler
farkettiler. Birbirlerine söylendiler: "Vallahi, Ebû'l-Velid, çehresi
değişmiş olarak dönüyor!"
Yanlarına gelince, "Ne getirdin? Anlat bakalım!"
dediler.
Utbe, "Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim
bir kelâm işittim! Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de
kehânettir!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Ey Kureyş topluluğu!.. Beni dinleyin de, hatırım için
bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona
dokunmayın! Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir.
Siz onu, sizin dışınızda kalan Arab taifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş
olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Arablara üstün gelirse, onun
hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun
sayesinde insanların en mes'ud ve bahtiyarı olursunuz."
Utbe'nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna
gitmedi. Tepki göstererek, "Ey Velid'in babası!.. Gene o, seni diliyle
büyülemiş!" dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, "O hâlde,
istediğinizi yapın!" diyerek yanlarından uzaklaştı.276
Böylece, müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz
karşısında mağlûbiyet üzerine mağlûbiyete uğruyorlardı. İslâm dâvasına karşı
tedbir ve çâreleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân
geri tepiyor, hattâ aleyhlerine tecellî ediyordu!
Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben nurumu tamamlayacağım;
kâfirler, müşrikler istemeseler bile..." diye va'di vardı. Resulüne emri
şuydu:"Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, Ben, seni
insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım."277
Bunun için de, Allah Resulü (s.a.v.), îman ve
İslâmiyete davet vazifesine bıkmadan usanmadan, korkmadan çekinmeden devam
ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde tevhid bayrağını dalgalandırmaya
çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safi gittikçe hem daha
sıklaşıyor, hem de güçlenip kuvvetleniyordu.
MÜŞRİKLERİN, SAFA TEPESİNİN "ALTIN"A ÇEVRİLMESİNİ
İSTEMELERİ!
Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de
mevki makam, mal mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile
dâvasında tereddüde düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple,
karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, "Rabbine dua et!
Eğer Safa Tepesini bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik
eder, sana îman ederiz!" dediler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve
kuvvetinin üstünde bir işti; ama Allah'ın kuvvet ve kudreti yanında basit
bir hâdiseydi.
Müşrikler, böylesine, herhangi bir insanın yapamayacağı
şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle, âdeta kendilerini teselli
etmeye çalışıyorlardı: "Bakın, işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse
neden îman edelim?" demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz,
hep, bunları yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah'ın
isteğiyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifade etmesine
karşılık, bu tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden, "Teklifiniz yerine
gelirse, bu dediğinizi gerçekten yapar mısınız?" diye sordu.
Hep birden, "Evet, yaparız!" dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak
kudreti sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı.
Elbette, Sultan-ı Levlâk'ın niyazı cevapsız kalamazdı.
Ânında Cebrail (a.s.) gelerek, "Allah Teâlâ, seni selâmlıyor ve 'İstersen,
onlara Safa Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim
inkâra kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azabla onları
azablandırırım! Yok istersen, onlara tevbe ve rahmet kapılarımı açık
bırakayım.' diyor." dedi.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif
arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hakk, istediğini yapacaktı. Buna
rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve
Rabbinden dileği şu oldu:
"Hayır Allah'ım!.. Onların isteklerini yerine getirme.
Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak!"278
Evet, Peygamber Efendimiz, "âlemlere rahmet" olarak
gönderilmişti. Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbaı idi. Kendisine
zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe
acıyor, onları affediyordu. Hiçbir zaman şahsı için intikam olma yoluna
gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi îman saadeti ve İslâm hidâyeti
diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha
ile, gönülleri fethetmiş, kalb ve ruhları nuru etrafında pervane gibi
döndürmüştür.
MÜŞRİKLERİN DEĞİŞİK BİR TEKLİFLERİ
Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından
reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri
sürüyorlardı.
İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem'e, "Sana,
içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim, istediğin kadınla
evlendirelim! Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç!" dediler.
Sonra da şöyle konuştular:
"Eğer bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni
bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir
teklif!.."
Resûl-i Ekrem, "Nedir, o hayırlı teklif?.." diye sordu.
Kureyş ileri gelenleri, "Sen bizim tanrılarımız olan
Lat ve Uzza'ya bir yıl tap; biz de senin ilâhına bir yıl tapalım!"279
dediler.
Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi.
Akıllarınca, Resûl-i Ekrem'i böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı.
Fakat, hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi,
elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, bu hâdisenin hemen
sonrasında Kâfırûn Sûresini indirdi:
"(Ey Resulüm!..) de ki:'"Ey Kâfirler!.. Ben, sizin
ibâdet etmekte olduklarınıza (putlarınıza) tapmam; siz de benim ibâdet
etmekte olduğuma ibâdet ediciler değilsiniz. Zâten, ben hiçbir vakit sizin
tapmış olduklarınıza tapıcı olmadım; siz de (hiçbir zaman) benim ibâdet
etmekte olduğum (Allah'a) ibâdet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz
(bâtıl itikadınız) size, benim dinim de bana!..'"
Peygamber Efendimiz, inen bu sûreyi kendilerine
okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anladılar ve bu
yoldaki ümitlerini de yitirdiler!
MÜŞRİKLERİN ÜÇ SORUSU
Hz. Resûlullah'ın dâvası karşısında çaresizlikler
içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi
âlimlerinden, Peygamberimiz hakkında bir şeyler öğrenmek!..
Bu maksatla Medine'ye giden temsilciler, Yahudi
âlimleriyle görüşerek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden,
yaptıklarından bahsettiler; sonra da, "Siz, elinde Tevrat bulunan bir
milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk!"
dediler.
Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
"O kimseye, 'Geçmişteki o genç delikanlıların hayret
edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna batısına kadar ulaşan, dönüp
dolaşan zâtın kıssası ne idi? 'Ruh'un mahiyeti nedir?' sorularını sorun.
Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki o, Allah'ın peygamberidir; siz de
ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir;
kendisine istediğinizi yapabilirsiniz!"280
Temsilciler, Mekke'ye dönerek durumu müşriklere
anlattılar.
Müşrikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize
koşarak, bu sorulan sordular.
Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için
mühlet istedi. "Size yarın bildireyim!" dedi.
Bunu derken, o sırada "İnşallah... [Allah dilerse..]"
demeyi unutmuştu. Bu sebeple, bir görüşe göre, üç, diğer bir rivayete göre
ise 15 gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
sıkıntıdan duramaz hâle gelmişti. Hele, müşriklerin, "Muhammed bizden bir
gün mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil!"
diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da artırdı. Öyle ki,
kimseyle konuşamaz hâle gelmişti.
Nebîyy-i Ekrem'in, bu sıkıntıları fazla sürmedi;
sonunda vahiy indi. Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:
"Yoksa (Ey Resulüm!..) uzun zaman mağarada uykuda kalan
Kehf ve Rakîm ashabı, Bizim mucizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı
sandın? Hatırla ki, o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle
dediler: "Ey Rabbimiz!.. Bize tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde
bize bir muvaffakiyet hazırla."281
Bu âyet-i kerîmelerde, müşriklerin birinci soruları
cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu
bildiriliyordu. Sonraki âyetlerde ise Ashab-ı Kehf in maceraları
anlatılıyordu.282
Müşriklerin ikinci sorularına ise, şu âyetler cevap
veriyordu:
"Ey Resulüm!.. (Müşrikler, seni imtihan etmek için) bir
de Zülkarneyn'den (haber) soruyorlar. Sen de ki: 'Size, onlardan bir haber
anlatacağım.""283
Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk'ın
Zül-karneyn'i iktidar sahibi yaptığı, ona vasıta ihsan ettiği ve bununla
batıya doğru yol aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve
onları iyi işleri yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru
yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde
bulunmaya çağırdığı beyan ediliyordu.284
Müşriklerin üçüncü suallerine ise, şu âyet-i kerîmeyle
cevap veriliyordu:
"(Ey Resulüm!..) bir de sana ruhtan (ruhun
hakikatinden) soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin bildiği bildiği bir iştir;
ve size, ilimden ancak az bir şey verilmiştir.'"285
Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap
almışlardı!
Buna rağmen, Peygamber Efendimizin dâvasını doğrulayıp,
ona uymaktan uzak durdular; şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.
Ancak, onların bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri,
kendilerini felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar
direndikçe, îman ve Kur'ân dâvası daha bir haşmet ve azametle gönüller
üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenâb-ı Hakk, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı
sûrede şöyle îkaz ediyordu:
"Hiçbir şey hakkında 'inşallah...' demeden 'Ben bunu
herhalde yarın yaparım.' deme! Unuttuğun zaman Rabbini an, 'İnşallah...' de,
'Umulur ki Rabbim, beni daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir.'
de!"286
Peygamber Efendimiz, bu îkazdan sonra, yapacağı bir şey
hakkında "İnşallah..." demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.
261 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 283284;
ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
262 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 284;
Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; ibni Kesir,A.g.e., c. 1, s. 473.
263 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, 284; Taberî,
Tarih, c. 2, s. 218; İbni Kesir, A.g.e.,c. 1, s. 474.
264 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, 284; Taberî,
A.g.e., c. 2, s. 220.
265 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 285;
Taberî, A.g.e., c. 2, s. 220; İbni Kesir,A.g.e., c. 1, s. 474.
266 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 285;
Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; İbni Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
267 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 285; Ibni
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 220; ibni Kesir, A.g.e.,
c. 1, s. 475.
268 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 295.
269 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 288289;
Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 512513.
270 Müddessir, 1926.
271 Tur, 29.
276 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s.
313-314; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
277 Mâide, 67.
278
ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 35-36.
279 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 368;
Taberî, Tarih, c. 2, s. 225-226.
280
ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 321-322.
281 Kehf, 9-10.
282 Kehf, 9-26.
283 Kehf, 83.
284 Kehf, 84-98.
285 Isrâ, 85.
286 Kehf, 23-24.