Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme
bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların
keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân
edilmişti!
Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan "tevhid"
inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp
kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî
sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş,
küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin
zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti.
Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar
mahzundu.
Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca
kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve
sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette
müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin
bir eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!
Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla
değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed
(s.a.v.) geliyordu!
O An...
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte
idi.
Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle
bu emsalsiz insana "hoşâmedî"de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda
idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20'si. Fil Vak'asından 50
veya 55 gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi.
Mekke'de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit,
vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir
hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini
açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve
matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi.
Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, "Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura
garkoldu semâvâtü zemin." diye haykırdı.
Annesinin Dilinden...
Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe
mazhar kılınan azîz anne Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır:
"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir
zât çıkıp dedi ki:
'"Ya Âmine!.. Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin.
Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!'
"Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib,
Kabe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi.
Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp
yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı
adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet
sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed
dünyaya geldi."41
Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:
"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve
Kabe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede.
Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve
kapladı. Bir ses işittim: 'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları
gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle
tanısınlar!' Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."42
Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun
aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.43
Şifa ve Fâtima Hâtûn 'un Müşahedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada,
azîz annesinin yanında Abdurrahmân b. Avf in annesi Şifa Hâtûn ile Osman b.
Ebû'lÂs'ın annesi Fâtıma Hâtûn da vardı.
Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtûn, o andaki
müşahedesini şöyle anlatır:
"Allah'ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen
yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: 'Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.'
Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını
gördüm! Sonra, Allah Resulünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle
bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı
gözden kaybettim. Bir ses, 'Nereye gitti?' diye sordu. 'Doğuya götürdüler'
diye cevap verildi.
"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki,
Allah Resulü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk
Müslümanlarla beraber îman dairesine girdim."44
Fâtıma Hâtûn ise, hâtırasında, o mes'ud gecede doğuma
sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım
salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.45
Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve
dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.* Sırtında, iki kürek kemiği
arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü "Hatemi Nübüvvet" bulunuyordu.
Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya
gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür,
Resûli Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.
Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûli Ekrem Efendimizin
"Nübüvvet Mührü"yle ilgili olarak şöyle der:
"Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyyi Ekrem'in (s.a.v.)
yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah!.. Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.' dedi.
Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı.
Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek
çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hatemi Nübüvvet'i
gördüm!"46
Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz.
Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar,
peygamberlerden Şit, Idris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm)
hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
Hz. Ali de (r.a.), Resûli Ekrem'i tarif ve tavsif
ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu,
kürekleri arasındaki peygamberlik hateminden belliydi." der.
Abdûlmuttâlib 'e Verilen Müjde...
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada,
dedesi Abdûlmuttâlib, Kabe civarında Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaçıyla
oturmuş, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen
Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı,
öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib'e teslim ederek, "Bu çocuk, sana
emanettir. Bu oğlumun sânı şerefi yüce olacaktır." diye konuştu.
Abdûlmuttâlib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın
Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına
üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban ederek,
insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.
Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad
koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
"Muhammed..."
"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi
verdin?" dediler.
Cevabı şu oldu:
"Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!.."
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah'ın,
insanların ve meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya
üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu
hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti,
sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel,
en üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek
hiçbir fânî olmamış ve olamaz.
DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKA
HÂDİSELER
Kâinatta en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın
Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dünyaya teşrifleri
hadisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîri Zülcelâl,
onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı;
dolayısıyla, imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük
âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin
kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlemi kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nuru
Muhammedi, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem
bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur
edilirse, o nur onun aklı olur."47
İşte, "Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı]
yaratmazdım!" kutsî hadîsi, bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca, Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi
hususî değil, umumî ve cihanşümuldur. Buna binâen, elbette, dünyaya teşrifleri
esnasında birtakım hârika hâdiseler vücuda gelecekti; ve bu hâdiseler, akıl ve
basiret sahiplerini düşünceye sevkedecekti!
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevîi Nuriye, s. 106.
ebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında
belli başlı şu hârika hâdiseler meydana geldi:
Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu
Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar,
kitaplarında Allah Resulünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan
hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız
parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Âhirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif
ettiklerini anlamışlardı.
Resûli Zîşan'ın meşhur şâiri Hassan b. Sabit (r.a.), bu
hususu şöyle anlatmıştır:
"Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah
vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudiler!..' diye çığlık atarak koşuyordu.
Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî
şöyle haykırıyordu:
"'Haberiniz olsun: Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed
bu gece dünyaya geldi.'"48
İbni Sa'd'ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise,
şöyle denilmektedir:
"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resulünün
doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: 'Bu gece
kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?' Kureyşliler, 'Bilmiyoruz.' cevabını
verince, adam sözlerine devam etti: 'Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu
ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'
"Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber
verdiler: 'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan
var.'
"Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü; ve aklını
kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
'"Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti!
Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar
ulaşacaktır.'"49
Demek, gök kubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle,
Resûli Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
Medayin 'deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak
Yıkıldı
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum
anlarını gösteriyordu.
Derin uykuya dalan Medayin şehri, korkunç bir çatırtı ve
gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde
yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar
Sarayının o sapasağlam burçlarından 14'ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz
memleketinin dinî reislerini derhâl bir toplantıya çağırdı. Toplantıda,
cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye
başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi.
Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin
söndüğü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz
alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: "Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve,
önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran
topraklarına yayıldılar.'*
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu
rüyasını da manâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek
istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan'a sordu: "Peki, bu, neye
işaret olabilir?"
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından
çok önemli bir şeyler olacağına işaret olabilir!"
Kisrâ, bunun üzerine derhâl Hire Valisi Numan b. Münzir'e
bir mektup yazdı. Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap
verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhâl
Abdû'1Mesih b. Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi.
Gelen âlimi, hükümdar, derhâl huzura kabul etti. Cereyan
eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.
Abdû'lMesih, Kisrâya, hâdiseler hakkında bir bilgi
veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında Cabiye'de oturan dayım
Satih'te, bunilara cevap verecek bilgi vardır."
Bunun üzerine Kisrâ, Abdû'lMesih'i, gidip, Satih'ten
hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam Kâhini Satih, kemiksiz, âdeta âzâsız bir
vücut, yüzü göğsü içinde bir acubei hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâima
sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı.
Gaibten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdû'lMesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satih'in
yanına vardı. O sırada Satih, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli
hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma
kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de
konuşabildi.
Fakat, Abdû'lMesih olup bitenleri anlatınca, iş birden
değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satih, gözlerini birden açtı ve
sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi
canlanarak heyecan içinde haykırdı: "Ey Abdû'lMesih!.. İlâhî vahyin okunması
çoğalacak! Asâ'nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su
bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih için... Şunu bil
ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen
peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi." Derin bir nefes çektikten
sonra da ilâve etti: "Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve
sonra hüküm yerini bulacaktır."50
Bu cümleler, Satih'in dudaklarından dökülen son sözler
oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir
bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.
Meşhur Kâhin Satih, bu sözleriyle, açıkça, Âhirzaman
Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğun haber veriyordu.
O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o
gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin
karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortaran kaldıracağına
işaretti. Nitekim, tarih buna da şâhid oldu ve hâdiseler Satih'in haber
verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren 14 hükümdarın
idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hatemû'lEnbiya'nın ordusu tarafından İslâm
topraklarına katıldı.
Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran'da dinî
bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va'zedilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir
şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı
hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında,
zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin
yasakladığı şeyler arasındadır (islâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 201205).
Kabe 'nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek
Çoğu Başaşağı Yıkıldı
Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek mâbud oluşunun
içinde ve üstünde ilk olarak âbideleştiği Kabe'yi, putlarla, karanlıklara
boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid Temsilcisi Resûli Kibriya'nın dünyaya
gözlerini açması karşısında bile, çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş bu
putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif
eden bu zât, kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını
ortadan kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını
bayraklaştıracaktır.
Dünya buna da şah id oldu: O Resûli Zîşan, kısa zamanda
Kabe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm
îmanıylayok ediverdi.
İstahrabat 'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan,
Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi
Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul
etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki
okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperesti iği
de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş'alesiyle
aydınlatacaktı.
Takdis Edilen Meşhur Save (Taberiyye) Gölü Bir Anda
Kuruyuverdi
Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izniyle olmayan şeylerin
takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi.
Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda
Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü
Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve
garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle
sinesinde terbiye edip okşayacaktı.
Semave Vadisi, Taşarı Seller Altında Kalıp Suya Gar
koldu
Resûli Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları
geceydi.
Taşan seller Semave Vadisi ve Semave şehrini sular
altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çâreyi dağlara ve
tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya
bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü
Nebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde,
hazan yaprağı gibi, gök kubbeden yıldızlar döküldü.51 Bu hâdise de şuna işaret
ediyordu:
Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son
bulmuştur! "Madem Resûli Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım
yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve
cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras
etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân,
nazil olduktan sonra onlara hatime çekti; hattâ çok kâhinler îmana geldiler.
Çünkü, daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."52
O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin, Resûli Ekrem'in
doğumu sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfi değildi. Ezelî Kudret'in
kader kaleminin tâyin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Âhirzaman
Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) zuhurunu haber veriyorlardı!
41 Kastalânî, elMevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 21.
42 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 21.
43 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbni Sa'd, Tabakat, c.
1, s. 102; Taberî,Tarih, c. 2, s. 125.
44 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 22.
45 Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 267.
46 Buharı, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s.
86.
48 Kastalânî, Mevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 22.
49 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 162163.
51 Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s.
726733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161163.
52 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 163. |