Kâinatın Efendisi 12 yaşına girmişti.
Akranları arasında artık farklı beden ve sîmaya sahipti.
Sîması etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.
Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise, o sırada büyük bir
geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için, ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur
hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş'in o sene tertiplediği ticaret kervanına
katılarak Şam'a gitmeyi kararlaştırdı.
Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar
Efendimizin gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle, çok sevdiği amcası,
kendisinden bir müddet ayrılacaktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi?
Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de azîz annesini böyle iki seyahat
sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmîsi Ebû Tâlib, böyle bir seyahate çıkacak
ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nâzik ve lâtif ruhu bu ayrılığa
nasıl dayanacaktı?
Ebû Tâlib gibi, ev halkı da, Kâinatın Efendisinin başına
yolda bir şeylerin gelmesinden korktukları için bu seyahate katılmasını
istemiyorlardı. Ancak o, amcasıyla gitmeyi candan arzu ediyordu. Günlerce
üzgün durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu
mübarek sesiyle ona şöyle hitab etmekten kendini alamadı:
"Amcacığım!.. Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun?
Burada ne annem var, ne de babam!.."
Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen
Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne, değil kendisini canı gibi
seven Ebû Tâlib, en katı yürekliler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu
coşturan bu ifadeler karşısında Ebû Tâlib, derhâl kararını değiştirdi. Artık
Kâinatın Efendisi de amcasıyla birlikte gidecekti.
Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu.
Hazırlıklar tamamlandı ve o, amcasıyla birlikte ticaret kervanına katıldı.
Kervan, çölleri aşa aşa Busra'ya vardı ve burada mola
verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir
kasabaydı.
RÂHİB BAHÎRA'NIN MÜŞAHEDE VE TESBİTİ
Busra Panayırına yakın küçük bir manastırda o sırada bir
râhib yaşıyordu: Bahîra... Bu râhib, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır
bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her
râhib o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne
kadar gelip geçmiş bütün râhibler de o kitaptan istifade etmişlerdi.94
Kureyş'in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene
de rahibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Garibtir ki, daha önceki
seneler gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu
sefer kafileye beklenmedik bir sürprizle yakın alâka gösterdi, hattâ kendileri
için bir ziyafet tertipledi.
Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren
soru, bu idi!
Bilgin râhib, kafilede o âna kadar gözlerini şâhid
olmadığı bazı garibliklere şâhid olmuştu: Manastırda, Kureyş kafilesini
Bahîra'nın asıl adı, Circis veya Sercis'tir. Avrupalı
tarihçiler, "Serciyus" derler. Kendisi bir Yahudî âlimi iken, sonraları
Hıristiyanlığı kabul etmiştir (İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191, dipnot 1).
seyrederken, bir bulutun, Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü! Kafile
gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın
dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşahede
etmişti!
Bu garibliği görmüş olan Râhib Bahîra, manastırından
çıkarak, Mekkeli ticaret kafilesini çağırdı ve şöyle dedi:
"Ey Kureyşliler!.. Size yemek hazırladım. Bu ziyafetime,
büyüğünüz küçüğünüz, hürünüz köleniz dâhil hepinizin gelmesini istiyorum!"
Bahîra'nın bu garib tavrı, Kureyşli tüccarların
dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular: "Ey Bahîra!..
Vallahi, bugün sende bambaşka bir hâl var. Biz sana her gelişimizde uğrarız.
Şimdiye kadar bize böyle bir şey yaptığın vâkî değil. Sendeki bu hâl nedir?"
Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:
"Evet, gerçekten doğru söylediniz! Ama, ne de olsa,
sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek, istedim.
Buyurun yeyiniz!"
Davete icabet edildi ve sofraya oturuldu.
Ancak, kafileden, sofrada tek bir kişi eksikti:
Bahîra'nın aradığı, Kâinatın Efendisi! Yaş itibarıyla en küçükleri olduğundan,
kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.
Bahîra, bütün dikkatiyle sofradakileri süzmekle meşguldü;
ancak, aradığı nurlu sima yoktu aralarında... Sordu: "İçinizde yemeğe
gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"
Cevap verdiler: "Hayır ey Bahîra!.. Senin dâvetine icabet
edip gelmeyen kimse yok. Sâdece bir çocuk var: Eşyalarımızı beklemek üzere
bırakılmış bir çocuk!.."
Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan
Son Peygamber'in özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da
gelmesini ısrarla istedi.
Kureyşli tüccarlar, Bahîra'nın bu ısrarlı isteğini
reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler.
Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken,
Bahîra'nın gözleri bütün dikkat ve hayretiyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her
hâlini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.
Bahîra, aradığını bulmuştu! Maksadına erişmişti; zîra,
bütün dikkatiyle süzmekte olduğu nur çocuğun her hâli ve her hareketi,
yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpatıp uyuyordu!
Yemek yendi. Sofradakiler dağılırken, Bahîra, Kâinatın
Efendisi Peygamberimizin kulağına eğildi ve, "Bak delikanlı, Lat ve Uzza hakkı
için sana soracağım şeylere cevap ver!"
Nur gözlerde bir tiksinti, bir nefret belirtisi: "Lat ve
Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar
hiçbir şeyden nefret etmem!"
Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti: "O hâlde, Allah
hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver!"
Peygamber Efendimiz, "Sor," dedi, "istediğini sor!"
Sorduğu her soruya aldığı cevap, Bahîra'yı hayretler
içinde bırakıyordu; çünkü, onun Son Peygamber hakkında bildiklerine aynen
uyuyordu!
Son olarak, Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve
Peygamberlik Mührünü gördü!
Artık Bahîra'da, seksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl
olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamber idi!
Râhib Bahîra ile Ebû Tâlib Baş Başa
Râhib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası
Ebû Tâlib'in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:
"Bu çocuk senin neyin olur?" "Oğlumdur!"
"Hayır, o senin oğlun değil! Bu çocuğun babasının hayatta
olmaması lâzım!"
"Evet, doğru söyledin; o benim öz oğlum değil,
yeğenimdir."
"Peki, babasına ne oldu?"
"Annesi bu çocuğa hâmile iken vefat etti."
"Evet, doğru konuştun!"
Bahîra açısından artık her şey apaçık ve kesin idi.
Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak
hakperestliğini gösterdi:
"Bu yeğenini hemen memleketine geri götür! Onu hasetçi
Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler, çocuğu görüp de, benim farkettiklerimi
onlar da farkederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin,
ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür!'"35
Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlib, mallarını orada satarak
azîz yeğeniyle Mekke'ye geri döndü.96
Râhib Bahîra gibi, birçok Hıristiyan ve Yahudi âlimi,
Resûli Ekrem Efendimizin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve, "Evet,
kitaplarımızda Muhammedi Arabi'nin (s.a.v.) sıfatları yazılıdır." diyerek, hak
bir itirafta bulunmuşlardır. Bu itirafa rağmen, yine de birçoğu İslâm'ın
şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.
Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları
sayabiliriz:
Abdullah İbni Selâm, Vehb İbni Münebbih, Ebî Yâsir, Şamûl,
Esid ve Sa'lebe b. Saye, İbni Bünyamin, Muhayrık, Kâbû'lAhbar, Dağatır, İbni
Nafur, Carud...97
Kur'ânı Kerîm, Ehli Kitap'ın bu hakperest âlimlerinden şu
âyetleriyle bahseder:
"Şüphe yok ki, onlar, hakkı itiraf etmek hususunda
büyüklenmek istemezler. Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman,
hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar,
'Ey Rabbimiz!.. Biz, Senin indirdiğine îman ettik. Artık, Sen, bizi hakka
şâhid olanlarla beraber yaz.' derler."9
PEYGAMBERİMİZİN, CÂHİLİYYE DEVRİ KÖTÜLÜKLERİNDEN UZAK
KALIŞI
Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü
yeğeni Peygamberimizden âdeta ayrılmaz bir parça hâline gelmişti. Kendisinde
gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu:
"Bu yeğenim, ileride büyük ve mühim bir şahsiyet
olacaktır!"
Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himayesini son derece
dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu.
Artık, Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz
bir genç olmuştu. Kalb ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler, suretini de
fevkalâde güzel şekillendirmişti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgalı saçlıydı.
Açık ve yüksek alınlı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın,
fakat bitişik değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah
kirpikleri, bakışlarına apayrı bir tatlılık verirdi.
Kaderi İlâhî, onu ezelden "İnsanlığın Peygamberi" olarak
takdir ve tâyin etmişti. Bu sebeple, o, Alemlerin Rabbi'nin terbiyesi altında
hayat seyrine devam ediyordu. Ondandır ki, bütün Arabistan'la birlikte
Mekke'de de hüküm süren fısk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve
ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmez.
Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile
onlara hürmette bulunmadı.
Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli
bir gününde Buvane adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada
bulunurlar, yanında tıraş olurlar, kurban keserek büyük merasim
tertiplerlerdi.
Yine, böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı.
Ebû Tâlib de onlar gibi aile efradını toplayarak merasime iştirak etmek
istedi. Peygamber Efendimize de hazırlanmasını söyledi. Ancak, o, buna
yanaşmadı ve mazur görülmesini istedi. Efendimizin bu davranışını, Ebû Tâlib
ve halaları, taaccüple karşıladılar; hattâ, kızar gibi oldular. Bir iki sefer
daha tekliflerini tekrarladıkları hâlde Resûli Ekrem Efendimiz yine red cevabı
verdi. Bunun üzerine kızarak, "İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu
hareketinden dolayı bir felâkete uğrayacağından korkuyoruz!" dediler.
Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine
vardılar ki, Sevgili Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye
istemeye, sâdece amcası Ebû Tâlib'in ve halalarının hatırını kırmamak için
kendilerini takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü
Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu farkettiler. Bir müddet sonra
yanlarına gelince onu müthiş bir hâl içinde gördüler: Benzi sararmış, her
hâlinden korktuğu belli idi.
Amcası ve halaları, kendisine sordular: "Ne oldu sana?..
Neye uğradın?"
Sevgili Efendimiz, şu cevabı verdi: "Bana bir fenalık
gelmesinden korktum!"
Onlar, "Allah, sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi
haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?" dediler.
Bu sefer Peygamberimiz, şunları anlattı:
"Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve
beyazlar giyinmiş biri orada peyda oldu. bana 'Yâ Muhammed!.. Geri çekil,
sakın o puta el sürme!' diye haykırdı."99
Bu vak'adan sonra, Resûlullah Efendimiz, herhangi bir
sebep ve saikle putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine
hiçbir zaman katılmadı.
Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline
tevhid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve
gençliğinde de tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak,
tertemiz bir hayata sahip bulunacaktır.
Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünü, henüz ne teklif, ne
memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü
çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe altında
terbiye ediyordu. Resûli Kibriya Efendimiz de,
^.ilJ j^sli "Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye
etti!"100 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.
İnsaflı müsteşrikler de, her şeye rağmen bu hususu inkâr
edememişlerdir. Sir W. Miur, "Muhammed'in Hayatı" isimli eserinde, şu itirafta
bulunmaktan kendini alamaz:
"Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta
üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir!"
DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE EFENDİMİZ
Peygamberimiz 20 yaşında iken, Dördüncü Ficar Muharebesi
patlak verdi.101
İslâm'dan evvel, Câhiliyye devrinde, Araplar arasında
cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan dâvalarının ve her
türlü hırsızlık ve yolsuzluk olaylarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri
şefkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak
insanlardan, birbirini kırıp geçmekten başka zâten ne beklenebilirdi?
Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, öteden beri
Araplarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün
işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı.
Bunun için de "haram aylar" adıyla anılıyorlardı.
İşte, Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku
bulduğu ve iki taraf arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâb edildiği,
kan döküldüğü için bu ismi almışlardı.102
Araplar arasında Ficar Muharebeleri, dört kere meydana
gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi,
henüz 10 yaşlarında bulunuyordu.103
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe,
aslında oldukça basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukaz
Panayırında uzanmış olarak, "Arab'ın en şereflisi benim!" sözü üzerine Havazin
Kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip, kılıcını çekerek,
övünen adamın ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinliler arasında
vuku bulmuştu.
İkincisi, yine Ukaz Panayırında bir kadına sataşmak
yüzünden Kureyş ile Havazin Kabilesi arasında patlak vermişti.
Üçüncüsü, Kinane Oğullan Kabilesinden bir adamın, Âmir
Oğulları Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle
Kinane ve Havazin Kabileleri arasında meydana gelmişti.
Peygamberimizin 20 yaşlarında iken katıldığı Dördüncü
Ficar Muharebesi ise, Kureyş ve Kinane Oğulları ile Kaysı Aylan Kabileleri
arasında, Kinaneli Barraz b. Kays adındaki adamın Kaysı Aylan [Havazin]
Kabilesinden Urve nâmındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.104
Kureyşliler, Kinane Oğullarının müttefiki
bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.
Ukaz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû
Tâlib, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak
istememişti. Ancak, Kureyş Kabîlesinin diğer kollarının diretmesi üzerine
iştirak etmek mecburiyetinde kaldı.
Muharebe sırasında, Ebû Tâlib'in, azîz yeğeni Efendimizi
bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sâdece
atılan düşman oklarını toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir.105
Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraftar,
nihayet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak,
hangi tarafın ölüsü fazla ise diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek,
böylece de harb son bulmuş olacaktı.
Sayım neticesinde, Kaysı Aylan'ların ölüleri 20 kadar
fazla çıktı. Kinane Oğulları ve Kureyşliler tarafından bu 20 kişinin diyeti
ödenerek, Fil Tarihinden 20 yıl sonra vuku bulan106 bu kanlı çarpışma da
böylece nihayet buldu.
PEYGAMBERİMİZ, HİLFÛ'LFÜDÛL CEMİYETİNDE
Peygamber Efendimiz, 20 yaşında.
Son Ficar Harbinde, çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk
kan akmıştı. Bununla, Arap kabileleri arasındaki düşmanlık duygusu daha da
bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam
öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir duruma gelinmişti.
Mekke'de, dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus
emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen, istediği yabancının malını alıyor,
karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme mâruz
kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı.
Bu vahşet saçan manzaraya bir çâre bulunması gerekiyordu.
İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne
yapılmalıydı? Ne yapılabilirdi?
Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ızdırap
duyanların, cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek
istedikleri meselelerdi bunlar!..
Zebidîinin Gasbedilen Malı!
Bardağı taşıran son damla, Yemen'in Zebid Kabilesinden
birinin bir deve yükü malının, şehrin ileri gelenlerinden As. b. Vâil tarafından
gasbedilımesi hâdisesi oldu.
Zebidîinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı,
yüzüne kapatılıyordu. Sonunda, Ebû Kubeys Dağına çıkarak,
uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle
bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.107
Bu davet, cemiyetin perişan hâlini düşünen kafaları
uyandırdı. Derhâl bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayrimeşru
davranışlara çâre aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke'nin hatırı
sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs,
Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu.108
Haşîm, Muttâlib, Zühre, Esed, Haris, Teym Oğullarının
ileri gelenlerinden birçoğunun iştirakiyle, Mekke'nin zengin, itibarlı ve en
yaşlısı sayılan Abdullah b. Cud'a'nın evinde toplanıldı ve "Hilfû'lFüdûl"
cemiyeti kuruldu.
Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra, şu maddeleri
karar altına aldılar:
Mekke'de—ister ehlinden, ister dışından olsun—zulme
uğramış kimse bırakılmayacaktır.
Bundan böyle Mekke'de zulme asla meydan verilmeyecek,
zâlime asla müsamaha ve fırsat tanınmayacaktır.
Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar,
mazlumlarla beraber hareket edilecektir.109
Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine
dair de şöylece yeminde bulundular:
"Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları
kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kabe'de
istilâm ibâdeti [Kabe'nin tavafı sırasında Hacerû'lEsved'e el sürülmesi ve
izdiham dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzak tan selâmlama işaretinin
yapılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz."110
Kurulan bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" adı verildi.
Sebebi şöyle izah ediliyor:
"Hilf' yemin, "Füdûl" ise fâzıllar demek.
Mekke'de bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden
Fazl isminde iki kişi ile Katüra Kabilesinden Fudayl adında biri, "şehirde,
zulme ve tecavüze meydan vermemek" hususunda yeminde bulunmuşlardı.
Kureyş ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden
dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, "Fâzıllar" hâdisesini hatırlama
babında bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" denildi.111
Cemiyetin îfa ettiği ilk iş, Yemenli Zebidlinin, ticaret
maksadıyla getirdiği malın Âs b. Vâil'den geri alınması oldu.
Sevgili Peygamberimiz de, henüz 20 yaşında bir genç
olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte
katılmış ve zulme karşı birleşmede oyunu müsbet olarak kullanmıştır.
Bu, Efendimizin genç yaşından beri derin düşünceye sahip
olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve
kabilesi arasında büyük bir itibara sahip bulunduğunun ifadesidir.
Şefkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle
vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta gösterilen
gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü, o, "güzel ahlâkı tamamlamak" maksadıyla
gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete kendisi de
katılacaktı.
Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten
sonra da, mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifadelerle
beyan buyuracaktır:
"Abdullah b. Cud'a'nın evinde yapılan yeminleşmede ben de
bulundum. Bence o yemin kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir!
Ben, ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim."112
Resûli Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanları
için de bir ölçüdür: Zulme ve ahlâksızlığın her türlüsüne karşı, isim ve şekli
ne olursa olsun, mücadele veren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak...
PEYGAMBERİMİZİN ŞAM'A İKİNCİ GİDİŞİ
Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu.
Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak, kıtlık kuraklık yıllarının
baş göstermesi, kabîle savaşlarının birbirini takib etmesi ve aile efradının
fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek
kalmamıştı. Bu yüzden, Efendimizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden
sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke'nin
içinde bazı işler yapmakla geçinip gidiyordu.
Mekke'de Nebîyyi Ekrem Efendimizin akrabalarından zengin
bir dul kadın vardı: Hatice binti Hüveylid... O, servetiyle ticaret
kervanlarına ortak oluyordu.
Peygamber Efendimiz, 25 yaşında bulunduğu sırada, Kureyş
yine Şam'a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu
kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi
bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Tâlib, bunu
duydu. Himayesinde bulunan yeğeni Nebîyyi Muhterem Efendimizi yanına
çağırarak, kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
"Ey kardeşim oğlu!.. Mal ve mülk sahibi olmadığımı
biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık, elimizi avucumuzu kuruttu; bizde ne
ticaret bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman... Bak, kavminin
ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid'in kızı Hatice de, bu
kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte de kavminden
bazı kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve
başkasının da bu servetten istifade etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi
emniyet edilen temiz, vefalı bir insana, onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip
bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürstlüğün ve üstün meziyetlerinden
dolayı seni başkalarına tercih edecektir!"
Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde
belirtti: "Gerçi, seni Şam'a göndermekten çekiniyorum; Yahudilerin sana bir
zarar vermesinden de korkuyorum! Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin
konusunda, bundan başka hatırıma gelen bir fikrim de yok."113
Amcasına, "Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap."
cevabında bulundu.
Ebû Tâlib'le Resûli Ekrem Efendimiz arasında geçen
konuşma, Hz. Hatice'ye ulaştı. Nebîyyi Mükerrem'in doğru sözlü, güvenilir,
emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek
çağırttı, kendisine şöyle dedi:
"Ben, seni Şam'a gidecek ticaret mallarımın başında
göndermek istiyorum. Senin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı
olduğunu biliyorum. Sana, kavmimden hiçbir kimseye vermediğim yüksek bir ücret
vereceğim!"
Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib'e haber
verdi. Buna son derece sevinen amcası, "Bu, Allah'ın sana ihsan ettiği bir
rızıktır!" diye konuştu.
Ebû Tâlib, ücreti tâyin etmeden yola çıkılmasını münasip
görmediğinden, Efendimize, gidip bizzat Hz. Hatice'yle bu hususu konuşmasını
söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz, bunu istemediğini belli etti. Bunun
üzerine Ebû Tâlib, kendisi bizzat giderek, "Ey Hatice!.." dedi, "Biz işittik
ki, sen filânı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun. Biz, Muhammed için dört
erkek deveden aşağısına razı olmayız!"
Efendimiz gibi son derece itimat edilir birini bulan Hz.
Hatice, sevinç içinde, "Ey Ebû Tâlib!.." dedi, "Sen çok kolay ve hoşa gidecek
bir ücret dilemiş bulunuyorsun! Bundan daha fazlasını isteseydin bile ben yine
kabul ederdim!""4
Haliyle Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.
Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de Resûlullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu
tembihte bulundu:
"Sana ne emrederse derhâl itaat edeceksin, hiçbir fikrine
karşı aykırı iş görmeyeceksin, bir dediğini iki etmeyeceksin ve her hâlini
bana bildireceksin!"
Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tammalandı.
Ebû Tâlib ile Efendimizin halaları da, onu uğurlamaya geldiler ve kervanda
bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler.
...Ve kervan yola çıktı.
Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra,
Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin her biri, Busra Panayırının
münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki
manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.
RÂHİB NASTÛRA VE EFENDİMİZ
Efendimizin daha önceki Şam seyahati sırasında manastırda
bulunan Râhib Bahîra, ölümüyle yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı.
Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden
gelen kafileyi seyreden rahibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı
Meysere'yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğunu sordu.
Meysere, "O, Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır."
cevabını verdi.
Nastûra, bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da
Meysere'yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı: "O ağacın altına şimdiye
kadar (bu vakitte) peygamberden başka kimse inmemiştir."115
Daha sonra Meysere'ye şu suali yöneltti: "Onun gözünde
biraz kırmızılık var mıdır?"
Meysere'den "Evet." cevabını alınca, teşhisini
kesinleştirdi: "O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur!""6
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbâlin
peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci, vücudunun bütün
zerrelerine bir anda yayıldı. Tabiî, rahibin söyledikleri de hafızasına
nakşoldu.
Satışlar tamamlanmış ve alınacaklar alınmıştı. Bir de
baktılar ki, Peygamberimiz herkesten ziyade kârlı bir ticaret yapmış.117 Bu
sefer Meysere'nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra'dan ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı.
Melekler Gölge Ediyor!
Kervan, sıcak kumlar üzerinde Mekke'ye doğru yol
alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat, bu da ne?
Meysere, gözlerine inanamıyordu. Tekrar tekrar açıp kapatıyordu gözlerini...
Acaba yanlış mı görüyordu?
Ama hayır!.. Gördüğü, ne hayâl, ne de gözlerindeki bir
yanılmanın esiri idi; tamamıyla gerçekti: İki melek, kavurucu sıcaktan
rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde
gölgelik ediyordu."8
Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hâle
gelmişti. Güneşin sıcaklığı, bu garib hâdisenin munis sıcaklığı yanında artık
ona pek tesir etmiyordu. Ne var ki, Nur Muhammed'e (s.a.v.), bu olup bitenleri
ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu! Hayretini,
heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü
sarfediyordu.
Artık kervan, Mekke'den görülmeye başlanmıştı.
Hz. Hatice, evinin damında, Kureyş kadınlarıyla birlikte,
gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içinde idi! Gelen, Muhammed
ve Meysere'dir. Ya Muhammed'in (s.a.v.) başı üzerinde gelenler ne? Gözleri
yanlış mı görüyor? Hayır, o da gerçeğin tâ kendisini görüyordu ve yine iki
melek, Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice, heyecan içinde
yanındaki kadınlara da bu garibliği gösteriyordu:"9 "Bakın, bakın, Muhammed
melekler tarafından gölgeleniyor!"
Kervan Mekke'ye ulaştı. Peygamberimiz, mallan Hz. Hatice'ye
teslim etti. Hatice de getirilen mallan yüksek bir kârla sattı.120
Meysere, Müşahedelerini Anlatıyor!
Meysere, bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok
şey görmüş, çok şey öğrenmişti.
Her şeyden önce, temizliğe son derece riâyet ediyordu,
ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimî ve ciddîydi. Ticaretteki
dürüstlüğüne diyecek yoktu.
Bütün bunları, Râhib Nastûra'nın söylediklerini ve yolda
gördüğü garibliği, Meysere bir bir Hatice'ye anlattı.
Hz. Hatice'nin 25'indeki bu gence karşı hayranlık ve
alâkası artık son haddine varmıştı. Meysere'den duyduklarını ve kendisinin
gördüğünü, vakit geçirmeden amcası oğlu Varaka b. Nevfel'e nakletti.
Varaka, bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar
değildi. Kendi hâlinde yaşlı ve aklı başında bir insan idi.
Hatice'den duydukları karşısında o da hayretini
gizleyemedi: "Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz, Muhammed, bu ümmetin
peygamberidir! Ben, zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu
bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır!"121
Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice'nin gönlü sevinçle
doldu.
94 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191.
95 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191194; İbni Sa'd,
Tabakat, c. 1, s. 153155; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 9697; Taberî, Tarih.
c. 1, s. 194195.
96 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 194; İbni Sa'd,
A.g.e., c. 1, s. 155; Belâzurî,A.g.e., c. 1, s. 97.
97 Hüseyin elCisr, Risalei Hamidiyye, Tere, s. 5556;
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 168169.
98 Mâide, 8283.
99 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî,
İnsanû'lUyûn, c. 1, s. 164.
100 Abdurrahmân Münavî, Feyzû'lKadir, c. 1, s. 224.
101 ibni Hişam, Sîre, s. 198; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1,
s. 128.
102 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 195.
103 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196.
104 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196197; Ibni Sa'd, A.g.e.,
c. 1, s. 126128.
105 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 198.
106 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1,
s. 201.
107 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 91.
108 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 128; Süheylî, A.g.e., c.
1, s. 91.
109 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 141; Ibni Sa'd, A.g.e., c.
1, s. 129; Süheylî, A.g.e., c. 1, s. 93.
110 Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, A.g.e., c.
1, s. 93.
111 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 142; İbni Sa'd, A.g.e.,
c. 1, s. 129.
112 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 141142; Ibni Sa'd, Tabakat,
c. 1, s. 129; Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 94; ibni Kesir, Sîre, c. 1, s.
261.
113 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 129130.
114 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 130.
115 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s 199; ibni Sa'd, Tabakat,
c, 1, s. 130; Taberî, Tarih, c. 2, s. 196.
116 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 130; Süheylî, Ravdû'lÜnf,
c. 1, s. 122.
117 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 130.
118 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; ibni Sa'd, A.g.e., c.
1, s. 130; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 196.
119İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; İbni Sa'd, A.g.e., s.
130131. 120 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 197.
121 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 203; Süheylî, Ravdû'lÜnf,
c. 1, s. 123; Ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 267. |