"Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı, elbette bilerek
yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her
şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyden görünen hikmetleri,
gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette
bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifıkir ve konuşmasını
bilenlerle konuşacak. Madem zifıkirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en
cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev 'iyle konuşacaktır. Madem insan
nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabili hitab ve mükemmel insan
olanlarla konuşacak.
"Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî
ve nevi beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın
ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âlî ahlâkta ve nevi beşerin humsu
[beşte biri] ona iktida etmiş ve nısfı arz onun hükmü mânevisi altına girmiş
ve istikbâl onun getirdiği nurun ziyasıyla bin 300 sene (şimdi bin 400 sene)
ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehli îman, mütemadiyen günde beş defa
onunla tecdidi bîat edip, ona duayı rahmet ve saadet edip, ona medh ve
muhabbet etmiş olan Muhammed'le (a.s.m.) konuşacak ve konuşmuş ve resul
yapacak ve yapmış ve şâir nevi beşere rehber yapacak ve yapmıştır. "
Kâinatın Efendisi, 38 yaşına girince gaibten bazı sesler
duymaya ve bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bâzan da
kendilerine gaibten "Yâ Muhammedi.." diye nida ediliyordu.
Fakat, Efendimiz, bu garib seslerin ve parlayıp geçen
ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam manâsıyla vâkıf değildi.
Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini
biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sâdece muhtereme zevcesi Haticei Kübra'ya
bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddi hayatta tek
teselli kaynağı Hz. Hatice Validemiz de Resûli Ekrem Efendimizi bir siyanet
meleği gibi koruyor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hâli tam bir sene devam etti.
SÂDIK RÜYALAR
Kâinatın Efendisi 39 yaşında iken "sâdık rüyalar" devri
başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile
uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki,
geceden gördüğü rüyalar, o geceninsabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve
apaçık ortaya çıkıyordu.184
Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama
maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.
YALNIZLIK ARAMASI
Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden
sonra artık tamamıyla yalnızlık arıyordu. Cemiyetlen uzak durmak,
düşünceleriyle baş başa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü, ruhu, içinde
bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden
vazgeçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür alemiyle baş
başa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep
insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı
görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan taştan, yerden
gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin
gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki,
bu suallerine, ne Hira'nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz
âleminin lâmbası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan
yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu
suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahri Kâinat'ın mübarek ruhu, zahiren yalnızlık
istiyordu; hakikatte ise, Kâinatın Yaratıcısı Cenâbı Hakk'a muhatab olmak
arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa
kavuşmak arzusuydu bu...
KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA'DA
Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi 40 yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her
senenin Ramazan ayını Hira Dağının* tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve
dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sakindi. Tefekkürüyle baş başa kalması
için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübarek ruhları
burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.186
Resûli Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil,
ceddi Hz. İbrahim'in Hanif dini üzere ibâdet ve tâatte bulunuyordu.187
Ömrü saadetlerinin bu 40. senesinin Ramazan ayını da aynı
şekilde Hira'da ibâdet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Haticei Kübra'nın
hazırladığı azığıyla Hira Dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı
hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût
ve sükûnet mânâsız değildi; ibret ve hikmetle doluydu.
Hira Dağı: Resûli Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu
yerden takriben 5 km. kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir.
Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana
gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın içinde durabileceği kadar
yükseklik ve uzunluktadır. Garibtir ki, mağaranın uzandığı cihet, kıble
istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sâdece bir deliktir. Buraya
kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır. 186 İbni Hişam, Sîre, c.
1, s. 252.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.
Nur Dağı ve Hira Mağarası
Kâinatın bu manâlı sükûtuna, Peygamberimiz de derin
düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki
kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: "Sebebi vücudum,
sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitabı Rabbani olduğumu
bildirecek, sensin. Onun için sana minnettarım, sana hürmetkarım."
Kâinatın Efendisi, artık sessiz sakin ve İlâhî tecellî
mazhariyetine erecek Hira Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle,
tâatiyle, dua ve tefekkürü ile meşguldü.
İLK VAHİY TEBLİĞ EDİLİYOR!
Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazan'ın
17'si, Pazartesi gecesi idi.
Nur Dağı, derin ve manâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O
civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir,
konuşulacakları dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine
ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!..
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak
basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa
koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza
eriştikleri müstesna vakit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine
bürünmüştü. Mis gibi kokularla, çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ,
heyecan ve sükûnet tecellîleri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son
resulle, Peygamberler Peygamberiyle muhatab olacak, "Habibullah" unvanını
îmanı, ibâdeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultanı Levlak'la
konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede,
güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştırıcı bir
aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fakat gür bir seda ile hitab
etti: lyt
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği
ürperiyordu![Ben okuma bilmem.] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan
sonra, tekrar, "Oku!" diye seslendi.
Fahri Kâinat, aynı cevabı verdi: "Ben okuma bilmem!"
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve
sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: "Oku!"
Bu sefer Fahri Kâinat, "Ben okuma bilmem." dedi, "Söyle,
ne okuyayım?"
Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resulüne teslim
etmeye geldiği Alak Sûresinin ilk âyetlerini başından sonuna kadar okudu:
"Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki
O, insanı, pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki, senin
Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini tâlim eden, bol kerem
ve ihsan sahibidir."188
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi,
bizzat konuştuğu lisanla nazil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti.
Artık, inen âyetler Allah Resulünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire
kayboluverdi.
"Beni Örtünüz!"
İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle
titreyen Allah Resulü, mağaradan çıktı ve Mekke'ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariblikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar,
"Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah!.." diyerek onu selâmlıyor ve yüksek
vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin
azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hâle gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Haticei
Kübra'ya sâdece, "Beni örtünüz, beni örtünüz!" diyebildi.18''
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı
sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini
şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira'da yalnızlık arayan Fahri Âlem, şimdi de evinde ruh
ve düşünceleriyle baş başa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve
sükûnete kavuştukları, belli idi. Haticei Kübra'ya başından geçenleri olduğu
gibi anlattı ve ekledi: "Korkuyorum ey Hatice!.. Bana bir zararın gelmesinden
korkuyorum!"
Resûli Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî
devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan
geliyordu.
Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk
zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice,
her hâlinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efendisinin itminan
arzusunu şu sözlerle teyid etti:
"Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme;
Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben, biliyorum ki, sen
sözün doğrusunu söylersin. Emanete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka
gösterirsin. Komşularına nâzik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini
uzatırsın. Gariblere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları
felâket ve musibetlerde halka yardım edersin! Ey Amcamoğlu!.. Sebat et!
Vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim."190
Varaka Ne Dedi?
Bütün bu olup bitenler elbette mânâsız değildi ve bir
şeyler ifade ediyorlardı. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice'ye
düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime
itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı
adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıristiyandı.
Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat'ı ve İncil'i okumuş,
onlardan pek çok şey öğrenmişti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle,
amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûli Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından
geçenleri anlattıkça, Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son
verince, Varaka haykırdı: "Kuddûs, Kuddûs!.. Bu gördüğün melek, yüce Allah'ın
Musa Peygambere gönderdiği Ruhû'lKudüs'tür. Nâmusı Ekber'dir. Sen ise bu
ümmetin peygamberisin. Ah, ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben
de genç olaydım; kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsaydım!"191
Bu ifadeler, hem Allah Resulünü, hem de Hz. Hatice'yi bir
derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu
niçin yurdundan çıkaracaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: "Evet, seni buradan
çıkaracaklardır! Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki
düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle
sana yardım ederim!"192
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil
olmayan gerçeği... Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği...
Bundan sonra Resûli Ekrem, Hz. Hatice'yle birlikte,
Varaka b. Nevfel'in yanından ayrıldı.
VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir
hâdiseyle karşı karşıya geldi: "İnkıtaı Vahy" hâdisesi, yâni "vahyin
kesilmesi..." Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî
aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber
Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu farkediliyordu. Öyle
ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak
istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil (a.s.), teselli için, birkaç
sefer kendilerine görünmüşlerdir.193
Allah Resulü, tam 40 gün bu üzüntüyle karşı karşıya
kaldı.
Dünya "Dârû'lHikmet" olması sebebiyle, onda her şey—
şüphesiz—hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bâzan
bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bâzan da yakalamamız
mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin
hikmetsiz cereyan ettiklerine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik
gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette
hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur.
Buna binâen, inkıtaı vahy, yâni vahyin bir ara kesilmesi
hâdisesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmete binâen cereyan etmiştir. Fakat, biz
hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah
tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
Allah Resulü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve
ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve şâir
latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması
için bu hâdise vuku bulmuştur.
Ruhı Ahmed'in (s.a.v.), ızdırap ve elemlere dayanmaya
şimdiden alıştırılması.Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.194
VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI
Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy
tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat
kendileri şöyle anlatmışlardır:
"Bir gün giderken, anîden gökyüzünde bir ses işittim.
Başımı kaldırıp baktığımda, Hira'da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök
arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime
dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz!' de
dim. Bunun üzerine Yüce Allah, 'Ey örtüye bürünen
Peygamber!.. Kalk da sana îman etmeyenleri azabla korkut! Rabbinin
büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta
devam et!"95 âyetlerini indirdi. Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası
kesilmedi."196
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûli Kibriya
Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûta kavuştu.
Cenâbı Hakk, serapa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle
süslemiş olduğu Hz. Muhammed'i (s.a.v.) peygamberlik vazifesiyle
vazifelendirmekle, onu insan nev'i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye
çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah'ın umum kâinatta carî
olan "Her nev'de bir ferdi mümtaz ve mükemmel ve cami' halkedip, nev'in medarı
fahri ve kemâli yapar." kanunu, insanlık camiasında da tecellîsini buluyordu.
"Cenâbı Hakk'ın esmasında [isimlerinde] bir İsmi Âzam
olduğu gibi, masnuatında [san'atlarında] da bir Ferdi Ekmel bulunacak ve
kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine
medarı nazar edecek.
"O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü, envaı
kâinatın [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat
içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envai içinde en mükemmel,
zîşuurdur. Ve herhalde o ferdi ferîd, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde
hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
"Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.)
olacaktır. Çünkü, zamanı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir
ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zîra o zât , kürei arzın [yeryüzünün]
yarısını ve nevi beşerin [insanların] beşten birisini saltanatı mânevîyesi
altına alarak bin 350 sene (şimdi bin 400 sene) kemâli haşmetle saltanatı
mânevîyesini devam ettirip, bütün ehli kemâle, bütün envaı hakaikte
[hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstadı Küll hükmüne geçmiş.
"Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâkı hasenenin en yüksek
derecesine sahip olmuş, bidayeti emrinde [peygamberliğinin başlangıcında]
bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada 100 milyondan ziyade insanların
virdi zebanı olan Kur'ânı Mu'cîzü'l Beyan'ı ziyade insanların virdi zebanı
olan Kur'ânı Mu'cizû'l Beyan'ı göstermiş bir zât, elbette o ferdi mümtazdır,
ondan başkası olamaz.
"Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur."197
184 Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim,
Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153. Bu hâl, az veya
çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında
görülmüştür. Hz. Musa, peygamberliğinden önce 40 gün kadar Tur Dağında,
dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsa, sakin bir
ormanda 40 gün kadar her şeyden uzak ibâdetle meşgul olmuştur.185
185 Seyyid Süleyman Nedvî, Asrı Saadet,
Tere: Ali Genceli, c. 1, s. 4445.
188 Alak, 15.
189 Buharî, Sahih, c. 1,s. 7.
191 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 254;
İbni Kesir, Sîre, c. 1, s. 404. Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih,
c. 1, s. 9798.
193 Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
194 Abdûllâtif esSübkî, elVahyü
İlâ'rResûl Muhammed (s.a.v.), s. 89.
195Müddesir, 15.
196 Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim,
Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed ibni Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5,
s. 592.