İkinci Raşid Halife. İslâmı yeryüzüne
yerleştirip, hakim kılmak için Resulullah (s.a.s)'ın
verdiği tevhidî mücadelede ona en yakın olan sahabilerden biri. Hz.
Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke'de doğmuştur.
Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından
dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (İbnül-Esîr, Üsdül-Ğâbe,
Kahire 1970, IV,146). Babası, Hattab b. Nüfeyl olup, nesebi Ka'b'da
Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir. Kureyş'in Adiy boyuna mensup
olup, annesi, Ebu Cehil'in kardeşi veya amcasının kızı
olan Hanteme'dir (bk. a.g.e., 145).
Kaynaklar Hz. Ömer (r.a)'in müslüman olmadan önceki hayatı
hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde,
babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete
başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden
ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi (H. İbrahim Hasan,
Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210). Cahiliyye döneminde Mekke eşrafı
arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik)
görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda
karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüşünde onun
verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca
kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların
çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar
bağlayıcılık vasfı taşırdı (Suyûtî,
Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-Ğâbe, IV, 146).
Hz. Ömer, sert bir mizaca sahip olup, İslâma karşı
aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı.
Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara
hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran
Muhammed (s.a.s)'ı öldürmeye karar vermişti.
Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için
harekete geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun müslümanların
arasına katılması sonucunu doğurmuştu. Tarihçilerin
ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (r.a)'in müslüman oluşu
şöyle gerçekleşmişti: Ömer, Resulullah (s.a.s)'ı
öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b.
Abdullah ile karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye
gittiğini sorduğunda o, Muhammed (s.a.s)'i öldürmeye gittiğini
söylemişti. Nuaym, Ömer'in ne yapmak istediğini öğrenince ona,
kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi
ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi.
Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya
geldiğinde içerde Kur'an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca,
içerdekiler okumayı kesip, Kur'an sayfalarını sakladılar.
İçeri giren Ömer (r.a), eniştesini dövmeye başlamış,
araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı
burnu kanamıştı. Kızkardeşinin ona, ne yaparsa
yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını
bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya
başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini
söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur'an ayetlerini okuyan Ömer
(r.a), hemen orada imân etti ve Resulullah (s.a.s)'ın nerede olduğunu
sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam
(r.a)'ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Resulullah (s.a.s)'ın
Daru'l-Erkam'da olduğunu öğrenen Ömer (r.a), doğruca oraya
gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu
öğrenen sahabiler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer
silahlarını kuşanmış olduğu halde
kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza: "Bu Ömer'dir. İyi
bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa,
onu öldürmek bizim için kolaydır" diyerek kapıyı açtırdı.
Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)'ın iki yakasını tutarak;
"Müslüman ol ya İbn Hattab! Allahım ona
hidayet ver!" dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i Şehadet
getirerek imân ettiğini açıkladı (İbn Sa'd, Tabakatu'l Kübra,
II, 268-269; Üsdül-Ğâbe, IV, 148-149; Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut
1986, 124 vd.).
Rivayetlere göre Ömer (r.a)'ın müslüman oluşu,
Resulullah (s.a.s)'ın yapmış olduğu; Allahım! İslâmı
Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebû Cehil) ile yücelt"
şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti (İbnul-Hacer
el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Bağdat t.y., II, 518;
İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125).
Ömer (r.a), risaletin altıncı yılında müslüman
olmuştur. O, iman edenlerin arasına katıldığı
zaman müslümanların sayısı yetmiş seksen kişi
kadardı (İbn Sa'd, aynı yer).
Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden
dolayı müslümanlar, Beytullah'a gidip namaz kılamıyor ve ancak
gizlice bir araya gelebiliyorlardı. Ömer (r.a) müslüman olunca doğruca
Beytullah'ın yanına gitti ve müslüman olduğunu
haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere
karşı savaşını sürdürerek onların, müslümanlara
gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte
herkesin gözü önünde Beytullah'ta namaza durdu. Onun bu şekilde
saflarına katılması müslümanlara büyük bir moral desteği
sağlamıştı. Abdullah İbn Mes'ud'un; "Ömer'in
müslüman oluşu bir fetihti" (Üsdül-Ğâbe, IV,151; İbn
Sa'd, a.g.e., III, 270) sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî'nin
İbn Abbas'tan tahric ettiği bir hadise göre, müslümanlığını
ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (r.a) olmuştur (Suyûtî, a.g.e.,129). Ömer
(r.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karşı
açık ve net bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış
etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler, şecaat ve
kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataşmaya
cesaret edemiyorlardı.
Müslüman olduktan sonra sürekli Resulullah (s.a.s)'ın
yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir.
O, imân ettikten sonra müşriklere karşı çok
sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese
meydan okuyarak savunmuştur. İslâm tebliğinin yeni bir veche
kazanması için Medine'ye hicret emrolunduğu zaman müslümanlar
Mekke'den gizlice Medine'ye göç etmeye başladıklarında, Hz.
Ömer, gizlenme ihtiyacı duymamıştı. Ömer (r.a),
beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde Medine'ye doğru yola
çıkmıştı. Hz. Ali (r.a) onun hicretini şu şekilde
anlatmaktadır: "Ömer'den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir
kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında
kılıcını kuşandı, yayını omuzuna
taktı, eline oklarını aldı ve Kâ'be'ye gitti. Kureyş'in
ileri gelenleri Kâ'be'nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâ'be'yi yedi defa
tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim'de iki rek'at namaz
kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı
ve onlara; "Yüzler pisleşti. Kim anasını evladsız,
çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak
istiyorsa şu vadide beni takip etsin" dedi. Onlardan hiç biri onu
engellemeye cesaret edemedi (Suyûtî, a.g.e., 130). Bunun içindir ki İbn
Mes'ud;
"Onun hicreti bir zaferdi" (İbn Sa'd,
aynı yer; Üsdül-Ğâbe, IV, 153) demektedir.
Ömer (r.a), Medine dönemi boyunca İslamın yücelişini
etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (s.a.s)'ın
önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu
kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü
görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret
ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (s.a.s) onun bu durumunu
şu sözüyle ifade etmekteydi: "Allah, hakkı Ömer'in dili ve
kalbi üzere kıldı" (Üsdül-Ğâbe, IV, 151).
Ömer (r.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin
hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış, bunların
bansında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri
Hicretin yedinci yılında Havazinliler'e karşı gönderilen
seriyyedir.
Ömer (r.a), bütün meselelere karşı net ve
tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı;
müşriklerin, İslâma karşı olan
saldırılarını hazmedememe konusundaki hassasiyeti; bazı
kararlara şiddetle karşı çıkmasına sebep olmuştur.
Hudeybiye'de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen
maddelerine karşı çıkışı bunlardan biridir. Ancak
o, Resulün, Allah Teâlâ'nın gösterdiği doğrultuda hareket
etmekten başka bir şey yapmadığı uyarısı
karşısında, hemen kendini toparlamış ve olayın iç
gerçeğini kavramıştı.
Resulullah (s.a.s)'ın vefatının hemen
peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz.
Ebû Bekir'in halife seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer büyük rol oynamıştır.
Hz. Ebû Bekir'in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı
Ömer (r.a) olmuştur.
Hz. Ebû Bekir (r.a) vefat edeceğini
anladığında, Hz. Ömer'i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş
ve bu düşüncesini açıklayarak bazı sahabilerle
istişarelerde bulunmuştu. Herkes Ömer (r.a)'ın fazilet ve
üstünlüğünü kabul etmekle beraber, onu bu iş için biraz sert
mizaclı buluyorlardı. Hatta Talha (r.a) ve diğer bazı
sahabiler ona; "Rabbin seni Ömer'i hafife tayin ettiğinden
dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin? Bilirsin ki Ömer oldukça sert
bir kimsedir" demişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara; "Derim ki: Allahım!
Kullarının en iyisini onlara halife yaptım"
karşılığını vermişti. Sonra da Hz.
Osman'ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer'i halife tayin
ettiğini yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten
sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak insanlardan kâğıtta
yazılı olan kimseye bey'at edilmesini istedi. Oradakilerin bey'at
etmesiyle Hz. Ömer'in II. Raşid halife olarak iş başına
gelişi gerçekleşmiş oldu (Üsdü'l-Ğâbe, IV,168-199;
İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94).
Hz. Ömer Döneminde İslam Devleti ve Fetihler
Resulullah (s.a.s)'ın sağlığında
Arap yarımadası İslâmın hakimiyetine boyun
eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek müslümanlarla
bütünleşmişlerdi.
Bunun peşinden Resulullah (s.a.s), İslam
tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde bir
set teşkil eden, müşrik zalim güçlerden biri olan Bizans
imparatorluğuna karşı askerî seferleri başlatmıştı.
Ebû Bekir (r.a), Resulullah (s.a.s)'ın vefatından hemen sonra ortaya
çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan sonra, Bizans
hakimiyetindeki topraklara askerî akınlar başlatmış, öte
taraftan çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran
imparatorluğuna karşı da askerî faaliyetlere girişmişti.
Hz. Ömer (r.a)'in üzerine düşen, bu siyaseti devam ettirmekten ibaretti.
Hz. Ömer bir taraftan Suriye'nin fethinin tamamlanması için gayret
gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular
sevkediyordu. Kadisiye savaşıyla İran ordusu hezimete
uğratılmış ve Kisrâ, saraylarını İslam
ordusuna terk ederek doğuya kaçmak zorunda kalmıştı.
Peşpeşe gönderilen ordularla İranın bazı bölgeleri
savaş ile, bazı bölgeleri de sulh yoluyla İslam'ın
hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Muğîre b.
Şu'be, Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi
fethedilen yerler arasındaydı.
Suriye'nin fethi tamamlandıktan sonra bu bölgedeki
askerî harekât batıya doğru kaydırıldı. Etraftaki
şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına
alındı. Şehirdeki hristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda
barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, komutanlardan
çekindikleri için şart olarak şehri bizzat halifeye teslim etmek
istediklerini bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde tarafından bir mektupla
Hz. Ömer (r.a)'a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın ileri gelenleriyle
istişare ettikten sonra, Medine'den komutanlarıyla buluşmayı
kararlaştırdığı Cabiye'ye doğru yola çıktı.
Cabiye'de yapılan bir anlaşmadan sonra Hz. Ömer, bizzat Kudüs'e
kadar giderek şehri teslim aldı (H.16-M. 637). Hz. Ömer (r.a) kısa
bir müddet Kudüs'te kaldıktan sonra Medine'ye geri döndü.
Bu arada İran cephesinde durumlar karışmaya
başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları
takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi.
Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla
Azerbaycan ve Ermenistan da dahil olmak üzere, Horasan'a kadar bütün
İran toprakları İslam devletinin sınırları içine
alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.
Öte taraftan Amr b. el-As, hazırlayıp uygulamaya
koyduğu harekât planıyla Mısır'ı fethetmeyi
başarmış, Müslümanları Mısır'dan geri püskürtmek
için İskenderiye'de hazırlıklara girişen
Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti
(H. 21). Böylece Suriye'den sonra, Mısır'da da Bizans'ın
hakimiyetine son verilmiş oluyordu (Şibli Numanî, Bütün yönleriyle
Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, Terc. Talip Yasar Alp, İstanbul t.y., I,
285-286).
İslam ordularının fethettiği bölgelerdeki
halk, Müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan
etkilenerek kitleler halinde İslâma giriyorlardı. Asırlarca
Bizans ve İran devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan
topluluklar İslâmın kuşatıcı merhameti ile yüz yüze
geldiklerinde müslüman olmakta tereddüt göstermiyorlardı. Kendi
dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz
kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı.
Hz. Ömer, bir taraftan İslam'ın
insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için
ordular sevk ederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış
bulunan devleti teşkilatlandırmaya çalışıyordu.
Hz. Ömer'den önce, orduya katılan askerler ve bunlara
dağıtılan paralar belirli defterlere yazılıp kayıt
altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı
karışıklıkların çıkmasına sebep olur, gelir
ve giderlerin hesabı yapılamazdı. İlk zamanlar buna pek
ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş
ve bu geniş coğrafya içerisinde devletin etkinliğini
sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması zarureti
doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının
tutulduğu ve fey ve ganimet gelirlerinin
dağıtımının kaydedildiği "divan"
teşkilatını kurdu.
Ayrıca, Suriye ve Irak'ta bulunan divanlar
varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin
toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler.
Suriye ve Irak'taki divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından
kalma idiyse de, onun Medine'de tesis ettiği divan hiçbir yabancı
tesir söz konusu olmaksızın, ortaya çıkan ihtiyaçları
karşılamak için kurulmuştur.
Hz. Ömer, feyden elde edilen gelirlerden verdiği
atıyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur.
Hz. Ömer, yargı (kaza) işlerini bir düzene koymak
için valilerden ayrı ve bağımsız çalışan
kadılar tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe'ye, Şureyh b. el-Haris'i,
Mısır'a da Kays b. Ebil-As es-Sehmî'yi kadı tayin etmiştir.
Onun Medine'deki kadısı Ebû Derda (r.a)'dır. Bu dönemin tanınmış
kadılarından birisi de Ebu Mûsa el-Eşari'dir. Hz. Ömer, tayin
ettiği kadılara, görevlerini ne şekilde ifa etmeleri
gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve dışına
çıkmamalarını tenbihlerdi (Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze
Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 176-177).
Hz. Ömer (r.a)'ın, üzerinde titizlikle durduğu ve
asla müsamaha göstermediği en önemli konu adâlet meselesiydi. O, mevki,
rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların
sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu
konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasında bir fark yoktur.
O, her tarafta adâletin eksiksiz yerine getirilmesi, muhtaç
ve yoksul kimselerin gözetilmesi için ülkenin en ücra köşelerindeki
durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân oluşturmaya çalıştı.
O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş,
Hristiyan ve Yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.
Devletin temel görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır.
Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler
tayin etmiş ve Kur'an-ı Kerim'i okumak ve onunla amel edebilmek için
gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret
sarf etmiştir. İslâm'ın, Müslüman olan insanlara öğretilmesi
ve tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için
sahabîlerden ve diğer âlimlerden istifade etmiş ve onları
değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur'an, Hadis ve
Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar
tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her
tarafında camiler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin
tane cami yapılmış olduğu rivayet edilmektedir (Ahmed
en-Nedvi, Asrı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317).
İlk defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer
zamanında ihtiyaç duyulmuş ve böylece Hicret esas alınarak
oluşturulan takvimle devlet işlerinde tarihleme açısından
ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır
(H. 16).
İslâm devleti, bağımsız bir devlet
olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik
faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı
kaynaklıydı. Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye
ve Mısır taraflarında da Bizans dinarları tedavülde
bulunmaktaydı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye başlanmamış
olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde getirmekteydi. Hz.
Ömer'in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını
sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale
etmemesi düşünülmezdi. O, Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü.
Ayrıca Halid b. Velid'in Taberiye'de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği
de bilinmektedir (Hassan Hallâk, Dırâsât fî Tarihil-Hadâretil-İslamiye,
Beyrut 1979, 13-15).
Hz. Ömer (r.a), İslâm devletinin dışarıdan
gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini
sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakın yerlerde
bulundurabilmek için ordugah şehirler tesis etmiştir. İran ve
Hindistan taraflarından gelebilecek deniz akınlarına
karşı Basra ordugah şehri kuruldu. Bu şehrin mevkii bizzat
Hz. Ömer tarafından tesbit edilmiştir. O, bu iş için Utbe b.
Gazvan'ı görevlendirmişti. Utbe, sekizyüz adamıyla o zaman
boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında
Basra şehrinin inşasına başladı.
Sa'd b. Ebi Vakkas, Kadisiye'de kazandığı büyük
zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı.
Onun ordusu Medâin'de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap
askerlerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği
anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa'd'a iklim bakımından uygun
ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada bir şehir
kurması talimatını verdi. Bu iş için görevlendirilen
Selmân ve Huzeyfe, Kufe mevkiini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugah
şehir kırk bin kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa
edildi.
Amr b. el-As, Mısır'ı fethettikten sonra
İskenderiye'yi karargah edinmek için Hz. Ömer (r.a)'dan izin istedi. Hz.
Ömer (r.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için
Kendisiyle Mısır'daki kuvvetler arasında bir nehrin
bulunmasını kabul etmedi. Amr, Nil'in doğu yakasına geçerek
burada Fustat adlı şehri kurdu (H. 21). Bu ordugah şehirlerinden
başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.
Hz. Ömer'in idare anlayışı Hz. Ömer, toplumu
ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne
başvurur, onlarla istişare ederdi. O "istişare etmeden
uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur"
demekteydi. İstişarede takip ettiği yöntem şuydu: Önce
meseleyi müslümanların ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür,
peşinden Kureyşliler'in düşüncesini sorar, son olarak da
sahabilerin görüşlerini alırdı. Böylece en isabetli fikir
ortaya çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, müslümanların
yaptığı işlerde bir hata gördükleri zaman kendisini
uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup, zımmî
statüsünde bulunan kimselerle alâkalı işlerde de onların görüşlerine
baş vurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer'in
adâlet anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu
ortaya koymaktadır.
Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına
karşı oldukça sert davranır, onların bir
haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka
karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların
varsa gizledikleri problemlerini öğrenip çözümlemek için gece-gündüz
uğraşıp dururdu. O bu hassasiyetini: "Fırat
kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer'den sorar diye
korkarım" sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden
uzak bölgelerde halkın durumunu yakından görmek için seyahatler
yapma yoluna gitmişti. O, insanların çeşitli dertlerini uzak
diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine
ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri
dolaşmasına rağmen başka yerlere gitmeyi
tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına
yetmemişti. İslâm tarihinde adâletin timsali olarak yerini alan Hz.
Ömer (r.a) hakkında rivayet edilen şu olay onun bu sıfatla bütünleşmiş
olduğunun en açık delilidir.
Bir defasında Eslem'le birlikte Harra taraflarında
(Medine'nin dış bölgesi) dolaşırlarken ışık
yanan bir yer gördü ve Eslem'e; "Şurada, gecenin ve
soğuğun çaresizliğine uğramış biri var. Haydi
onların yanına gidelim" dedi. Oraya gittiklerinde bir
kadını iki çocuğuyla üzerinde tencere bulunan bir ateşin
etrafında otururken gördüler. Hz. Ömer, onlara; "Işıklı
aileye selâm olsun" dedi. Kadın selâmı aldıktan sonra
yanlarına yaklaşmak için izin alan Hz. Ömer ona yanındaki
çocukların neden ağladıklarını sordu. Kadın,
karınlarının aç olduğunu söyleyince, Hz. Ömer merakla
tencerede ne pişirdiğini sordu. Kadın, tencerede su
bulunduğunu, çocukları yemek pişiyor diye avuttuğunu söyledi
ve; "Allah bunu Ömer'den elbette soracaktır" diye ekledi. Hz.
Ömer, ona; "Ömer bu durumu nereden bilsin ki?" diye sorduğunda
kadın;
"Madem bilemeyecekti ve unutacaktı neden halife
oldu" karşılığını verdi. Hz. Ömer bu cevap
karşısında irkilerek Eslem'le birlikte doğruca erzak
deposuna gitti. Doldurdukları yiyecek çuvalını Eslem
taşımak istedi. Ancak Hz. Ömer (r.a); "Kıyamet gününde
benim yüküme ortak olacak değilsin. Onun için bırak da yükümü
kendim taşıyayım" diyerek buna izin vermedi; çuvalı
omuzuna aldı ve kadının bulunduğu yere götürdü. Orada
bizzat yemeği Hz. Ömer (r.a) hazırlayıp pişirdi ve
onları doyurdu. Eslem; "O, ateşe üflerken şakakları
arasından çıkan dumanları seyrediyordum" demektedir. Hz.
Ömer oradan ayrılırken kadın; "Siz bu işe Ömer'den
daha layıksınız" dedi. Hz. Ömer;
"Ömer'e dua et. Bir gün onu ziyarete gidersen beni
orada bulursun" dedi.
Bu onun insanlara yardım etmede ve mağduriyetlerini
gidermede gösterdiği hassasiyetin örneklerinden sadece bir tanesidir.
İlmi
Hz. Ömer'in fıkıh ilminde ayrı bir yeri
vardır. O, her yönüyle devleti teşkilatlandırmaya çalışırken
diğer taraftan da bu teşkilatlanmanın alt yapısı olan
ilmî gelişmeyi sağlayabilmek için gayret sarfediyordu. Fıkıh
usulünün oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar. Fıkıh ilminin
temellerini meydana getiren kaideleri,
karşılaştığı kazâî ve idarî meseleleri
çözüme kavuştururken takip ettiği yöntemlerle belirlemeye başlamıştır.
Ondan sahih senetlerle rivayet olunan fıkhî hükümlerin sayısı
birkaç bini bulmaktadır. Hz. Ömer'in içtihadlarının İslâm
hukuku açısından çok büyük bir önemi vardır ve Resulullah (s.a.s)'ın
hadislerinden başka hiç bir şey onun bu içtihadlarının
üzerinde değildir (Muhammed Revvâs Kal'acı, Mevsuatu Fıkhı
Ömer b. el-Hattab, 1981, 8; Bu kitabta Hz. Ömer'in Fıkhî içtihadları
bir araya toplanarak ansiklopedik bir tarzda tasnif edilmiştir).
Hz. Ömer (r.a), Hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır.
O, Peygamber (s.a.s)'den hadis rivayet eden bazı kimseleri sorguya çekmiş,
onlardan rivayet ettikleri hadisler için şahid istemişti. Hz.
Ömer'in kendisinden beş yüz otuz dokuz hadis rivayet edilmiştir (Suyutî,
a.g.e., 123).
Ayrıca o, Kur'an-ı Kerim'in te'vil ve tefsirinde
ilim sahibiydi. İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, kendisine
Resulullah (s.a.s) hayattayken kimlerin fetva verdiği sorulduğunda:
"Ebu Bekir ve Ömer'den başkasının fetva verdiğini
bilmiyorum" karşılığını vermişti (H.İ.
Nasan, İslâm Tarihi, İstanbul 1985, I, 319).
Şahsiyeti Hz. Ömer, inandığı şeyi
yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır. O, müslüman
olmadan önce ilk iman edenlere karşı sert muamele etmişti. Müslüman
olduktan sonra ise bu sertliği İslâm'ın lehine müşriklere
karşı yönelmiştir.
Hz. Ömer Halife olduktan sonra da doğruların
uygulanması ve hakkın elde edilmesi konusunda titiz davranmaya ve en
ufak ayrıntıları bile bizzat takip etmeye aşırı
dikkat göstermiştir. O, bir şeyi emrettiği veya
yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı.
Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi; "Şunu
ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı
kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah'a yemin ederim ki, her
hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha fazlasıyla
cezalandırırım".
Sert bir mizaca sahip olmasına rağmen insanlara
karşı oldukça mütevâzî davranırdı. Geniş
toprakları, güçlü orduları olan bir devletin başkanı
olması onu diğer insanlar gibi mütevazî ve sade bir hayat yaşamaktan
alıkoyamamıştır. Pahalı, lüks elbiseler giymekten kaçınır,
diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle
uğraşmaktan çekinmezdi. Tanımayan kimse onun müslümanların
halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü çoğu zaman
giydiği elbise yamalarla doluydu.
Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine sahipti ve konuşurken
beliğ bir uslubla konuşurdu. Onun üstün kabiliyeti yazı için
de geçerliydi. Valilerine yazmış olduğu talimatları ve
mektupları Arap dili için bir numune addedilmekteydi. Hz. Ömer şiire
de ilgi duyan ve şiir zevki olan sahabilerden birisidir. Çok sayıda
Arap şairlerinin şiirlerini ezberlemiş, az da olsa şiir
yazmıştır.
Hz. Ömer ibadet ederken bütün benliğiyle Rabbine yönelirdi.
Halife olduktan sonra gündüz işlerinin yoğun olmasından
dolayı nafile namazlarını gece kılar, ev halkını
sabah namazına; "ve namazı ailene emret" (Tâhâ, 20/132)
mealindeki ayeti okuyarak uyandırırdı. O, her sene haccetmeyi
asla ihmal etmez ve hac farizasını yerine getirmek için Mekke'ye
gelen hacılara bizzat riyaset ederdi. Rabbine karşı duyduğu
sorumluluğun altında öylesine ezilirdi ki, kıyamet günü
hesaptan, cezasız kurtulmayı başarabilirse sevineceğini söylerdi.
O, ölüm döşeğinde bu endişesini şu anlamdaki bir beyitle
dile getiriyordu:
"Müslüman oluşum, namazları kılıp,
orucu tuttuğum müstesna, nefsime zulmetmiş bulunuyorum" (Şıblî,
a.g.e., II, 373).
Hz. Ömer (r.a)'in, şahsi hayatı oldukça sadeydi.
Hz. Ömer (r.a), Bizans ve İran'a karşı büyük ordular sevkeden
ve onları tarihlerinde pek nadir tattıkları sürekli yenilgilerle
perişan eden güçlü ve muktedir bir devletin başkanıdır.
Ama o buna rağmen yamalı elbiseler, eskimiş sarık ve
yırtık ayakkabılarla hayatını sürdüren bir kişidir.
O, bazen dul bir kadına su taşırken görülür, bazan da günün
yorgunluğunu hafifletmek için mescid'in çıplak zemini üzerinde
uyuduğuna şahit olunurdu. Medine'den Mekke'ye çok sayıda
yolculuk yapmış olduğu halde hiç bir zaman yanına çadır
almamış ve yolda, bir çarşafı dalların üzerine
gererek basit bir şekilde dinlenmeyi tercih etmiştir. Yine bir gün,
Ahnef b. Kays yanında Arapların ileri gelenlerinden bazı
kimselerle birlikte Hz. Ömer (r.a)'i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin
eteklerini beline sıkıştırmış olduğu halde
koşar bir vaziyette bulmuştu. Ömer (r.a), Ahnef'i gördüğünde
ona; "Gel de kovalamaya katıl. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu
malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun" dedi. Bu
esnada biri ona neden kendini bu kadar üzdüğünü ve deveyi yakalamak
için bir köleyi görevlendirmediğini söyleyince O; "Benden daha iyi
köle kimmiş?" diyerek karşılık vermiştir (Şıblî,
a.g.e., I, 384-385). Günlük yaşayışını gösteren bu
örnekler, Hz. Ömer (r.a)'ın ümmetin sorumluluğunu üstlenen
kimselerin yüklenmiş oldukları görevleri ne şekilde yerine
getirmeleri ve makamlarının cazibesine kapılıp sıradan
insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri
gerektiğini, çağları aşan bir örnek sergileyerek ortaya
koymuştur. Bir devlet başkanı ancak bu şekilde, insanlardan
ve onların günlük yaşamlarından kopmadan âdil bir yönetim
kurabilir. Hz. Ömer (r.a)'a âdil sıfatını kazandıran, onun
bu şekilde İslâm'ı yeryüzüne hakim kılma yolunda
varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Hz. Ömer
(r.a) geçimini ticaretle temin ederdi. Bunun yanında Peygamber (s.a.s)'in
Medine'de ona bazı tarlalar verdiği de bilinmektedir. Hayber'in
fethini müteakip burada ele geçirilen araziler, savaşa katılanlar
arasında taksim edilmişti. Ancak, Hz. Ömer (r.a) kendi payına düşen
araziyi vakfetmiş ve bir vakıf şartnamesi de düzenlemişti:
"Bu arazi satılamaz, hibe edilemez ve miras yolu ile sahip olunamaz;
geliri fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda, yolcu ve misafirlere
harcanacaktır. Vakfı yöneten kişinin ölçülü olarak yemesinde
ve yedirmesinde bir sakınca yoktur" (Buharî, Şurût, 19).
İslâmda ilk vakıf olayı budur.
Halife olduktan sonra, devlet işleriyle
uğraşmasından dolayı kendi iaşesinin temini için
Ashab'a müracaat etmiş, Hz. Ali (r.a)'ın teklifine uyularak ona ve
ailesine normal ölçülerde devlet malından geçim imkânı
sağlanmıştı. H. 15 yılında müslümanlara maaş
bağlandığı zaman, ona da ileri gelen Ashab'a verilen
miktarda, beş bin dirhem maaş tayin edilmişti. Ancak onun günlük
gideri çok mütevazi meblağdı. Ömer (r.a), yemek olarak genellikle
şunları yerdi: Ekmek (buğdaydan olduğu zaman kepekli), bazen
et, süt, sebze ve sirke.
Hz. Ömer (r.a)'ın fazileti ve üstünlüğü hakkında
çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar
tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan
çekinirlerdi. Bir defasında Resulullah (s.a.s)'in yanına gitti.
Resulullah (s.a.s)'dan bir şey istemek için orada bulunan kadınlar,
Hz. Ömer'in sesini duyduklarında hemen kalkıp perdenin arkasına
geçtiler. Hz. Ömer içeri girdiğinde Resulullah (s.a.s) gülüyordu. Hz.
Ömer ona; "Allah yaşını güldürsün ya Resulullah"
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s); "Şu benim yanımda
olanlara şaşarım. Senin sesini işitince perdeye
koştular" dediğinde Hz. Ömer; "Ya Resulullah, onların
çekinmesine sen daha layıksın" dedi. Sonra da kadınlara dönerek;
"Ey nefislerinin düşmanları! Resulullah (s.a.s)'den
çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz?" diyerek onlara çıkıştı.
Kadınlar; "Evet. Sen Resulüllah (s.a.s)'den sert ve haşinsin"
dediler. Resulullah (s.a.s), Nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki,
şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu
değiştirirdi" (Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 22).
Başka bir rivayette Resulullah (s.a.s) onun için şöyle
buyurmuştu:
"Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı
duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den
kaçmasın" (Suyûtî, a.g.e., 133).
Resulullah (s.a.s), hakkı görmek ve onu tatbik etmek
konusunda Ömer (r.a)'ın üstünlüğünü şöyle ifade etmekteydi:
"Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Eğer
benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattab onlardandır"
(Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, II). Bu, Hz. Ömer (r.a)'ın işlerinde
ve verdiği kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar
niteliktedir. Nitekim Resulullah (s.a.s); Allah doğruyu Ömer'in lisanı
ve kalbi üzere kılmıştır" (Üsdül-Ğâbe, IV,
151; Suyutî, 132) demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstererek
şöyle demişti: Bu aranızda yaşadığı sürece,
sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı
bulunacaktır" (Suyûtî, aynı yer).
Ömer (r.a)'ın bu durumunu bazı konularda inen
ayetlerin daha önce onun gösterdiği doğrultuda olması da te'yid
etmektedir. Hz. Ömer şöyle demiştir: "Rabbime üç şeyde
muvafık düştüm: Makam-ı İbrahim'de, hicab'da ve Bedir
esirlerinde" (Müslim, Fedâilüs-Sahabe, II). Hz. Ömer ötekileri
zikretmemiştir. Örneğin münafıkların cenaze
namazını kılmaması için Resulullah (s.a.s)'e inen ayet
bunlardan biridir (bk. Müslim, aynı bab; Hz. Ömer (r.a)'ın görüşleri
doğrultusunda nâzil olan ayetler için bk. Suyûtî, a.g.e., 137-140).