Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan
mühim bir yer işgal eden Arabistan'ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir
tarafı kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her şey
çağırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.
Kısaca göz atalım:
DİNÎ DURUM
İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manâsıyla anarşi
içinde kıvranıyordu. Garib itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkarcı idiler. Dünya hayatından başka
hiçbir şeyi kabul etmiyorlar, "Bizim için dünya hayatın
dan başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi
öldüren, zamandan başka bir şey değildir."155 diyerek, güya keyiflerince hayat
sürüyorlardı!
Resûli Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ânı
Kerîm'inde Cenâbı Hakk, bu inancı taşıyanlara şöyle hitab edecektir:
"Ey Resulüm!.. Onlara de ki:
'"Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da
sizi, vukuunda şüphe olmayan Kıyamet Günü (diriltip bir araya) toplayacak yine
O'dur. Fakat, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.'"156
Yine, o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret
gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.
Kur'ân, şu âyetiyle, bu inanç sahiplerinin hâllerini
anlatıyor:
"Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara
Kur'ân'la geldiği zaman, insanların îman etmelerine, ancak şöyle demeleri mâni
oldu:
'"Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?'"157
Peygamber'in insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına
sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu güruha,
yine Kur'ân, şu âyetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız
olduğunu ilân ediyordu:
"(Ey Resulüm!.. Mekkelilere) Şöyle de:
'"Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler
olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.'"158
Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip
inanıyor, ancak âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki
ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.
Kur'ânı Kerîm, bu gruba da şu âyetiyle işaret eder:
"(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl
getirdi: 'Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?..' dedi."159
Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:
"(Ey Resulüm!..) De ki:
'"Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı
tamamıyla bilir.'"160
Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu
teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları
putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:
"Biz, putlara ancak bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!"161
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman
sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve
yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk
tevhid evi Beytullah'ı, bu inançlarının eseri olaraK 360 adet putla
doldurmuşlardı.
İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle
ün salan Hz. Ömerû'lFaruk (r.a.), Cahiliyye devrinde putlara tapma hususunda
başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:
"Cahiliyye devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları
hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim!
"Beni ağlatan hâdise şu idi:
"Kız evlâdlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve
şefkate muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem! Bunu
hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.
"Beni güldüren hâdiseye gelince... Cahiliyye devrinde
evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir
suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet
gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz,
taptığımız helvadan putumuzu alır, yerdik! Bundan daha gülünç bir hâdise var
mı? Bunu hatıladıkça da, Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler
yaptığımızı anlar ve gülerim!"
Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in tevhid
dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine
rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler"
denilirdi. Zîra, Kur'ânı Kerîm'de "Hanif' tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır:
"İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi."162
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret
beslerler, Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim, putlardan
birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş,
Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizatında cansız, dilsiz,
sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet
göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilân etmişlerdi.163
Yine, akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız
putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele
verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arab'ın meşhur şâirlerinden Ümeyye
b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları
okumuş, putperestliği terkederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.
"Bismike Allahümme" tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu.
Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya
başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık
için nübüvvetin kat'î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir
peygamberin zuhur edeceğini, geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o
makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binâendir ki, Efendimize risâlet vazifesi
verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hattâ,
Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.164
Hicret'in 2. senesinde îman etmeden ölen Ümeyye hakkında,
Hz. Resûli Ekrem'den birkaç hadîs de rivayet olunmuştur.
Efendimiz, bir gün, terkisinde Şerid b. Süveyd'le
gidiyordu. Sahabîye, "Ümeyye'nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye
sordu.
"Evet, biliyorum." cevabında bulunan sahabî, arkasından
da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz,
Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.
Sahabî, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûli
Ekrem, şöyle buyurdular:
"Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.'"65
Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îman
etmiş, fakat kendisi dalâlette kalmıştır."166 buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da,
şüphesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide'dir. Efendimizin
peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.
Putlar
Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara
tapmaya teşvik eden adamdır.167
Amr, Şam'a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar
ve burada Hz. Nuh'un sülâlesinden bir kabîlenin putlara taptığını görür.
Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da,
"Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağmura
kavuşuruz." cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke'ye götürmek için bir put ister.
İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.168
Amr, Hübel'i Mekke'ye getirir ve diker; halkı, bu puta
tapmaya teşvik eder. Câhil halk, bu teşvike kapılarak, Hübel'e tapmaya başlar.
İşte, Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma
hikâyesi böylece başlamış oldu.
Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı
Bundan sonra putperestlik Mekke'de yayılmaya başladı. Her
kabilenin de kendisine âit putları vardı.
Kureyş, en büyük put olarak Uzza'yı kabul eder ve ona
hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç Kabilelerinin taptığı put, Menat adını
taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde
bulunuyordu. Sonraları bu iki kabîle Menat'tan başka, Lat ve Uzza putlarına da
tapmaya başlamışlardı.
Kelb Kabilesinin putu Ved idi ve Dûmetû'lCendel denilen
mevkide bulunuyordu.
Huzeyl Kabilesi, Suva putuna tapar ve bu put Gatafan
mevkiinde idi.
Hemdan Kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna
tazim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç Kabilelerinin putu, Yağus idi;
Himyerîlerinki ise, Nesr...
Bekr Oğulları ve Kinane Kabilelerinin putu ise, Sa'd
idi.169
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz
bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi.
İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler,
isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki,
cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda
insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...
Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek
kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.), inanç yönünden
böylesine cehalet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidâyet nuru
ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
AHLÂKÎ DURUM
Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir
sefalet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki,
kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa
yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir
kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaîf ve
güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir
sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar,
işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit
bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.
Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal
telâkki eiliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hattâ zorlanarak,
sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'ân, insan haysiyetine
yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden
bu çirkin âdetten nehyediyordu:
"...Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye,
cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele, iffetli olmak isterlerken... Kim
onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve
tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr'dur [çok affedicidir],
Rahîm'dir."170
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat
yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle,
kendisini halka ilân ediyordu.
Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi
oğula mîras olarak intikal ediyordu.
Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti
Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya
gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız
olunca, bâzan kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları
tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı
gerekçeleri gösteriyorlardı:
Diyorlardı ki:
"Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya
sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve
rızıklarını temin edemeyeceğiz."171
Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı.
Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla
örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı
yaşına gelince, güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine
gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi
için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri
gömülürdü.
Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün
kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak
cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.
Kur'ânı Kerîm, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan
âdetlerini şu âyetiyle bize haber verir:
"Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman,
öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp
kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak
mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki, hüküm verdikleri şeyler ne kötü!'"72
Câhiliyye zamanında bu çikin âdete tevessül etmiş biri,
bilâhare İslâmiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resûlullah'a
bu durumunu şöyle anlatmıştı:
"Yâ Resûlallah!.. Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış
insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı.
Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.
"Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama
düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden
tutup kuyuya atıverdim.
"Onun, bana son sözleri şu oldu: "'Babacığım!..
Babacığım!..'"
Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara
karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan
yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:
"Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı
olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez."173
İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce
hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zâten,
Kâinat Sultanına gerçek îmanın bulunmadığı bir kalbte, o sultandan korkunun
bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!..
SİYASÎ NİZAM
Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî
bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu.
Kabîlelere bölünmüşlerdi.
Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden
bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme
hâlinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye,
namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve
yağmacılığı, âdeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi.
Kendilerine düşman olan kabîleye baskınlar düzenler, develerini sürüp
götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin
diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabîle de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harb, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine
işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabîleler
bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu,
"Kardeşlerimizden olan Bekr'lerden başkasını bulamazsak, onlara
saldırırız!"174 bej/tiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabîleler ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı.
Merkezî bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple,
yarımada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de
karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip
gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlünün
ve itibarlının yaptıkları dâima yanına kâr kalırdı.175
EDEBÎ DURUM
Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir
ki, İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belagat ve fesahat
konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy
ölçüşecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının
cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük
hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin
çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zîra, yegâne gayeleri olan şöhreti, en
güzel şekilde yayabilecek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin
hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul
ediliyordu. Öyle ki, bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle
kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine, bu şâirin bir tek sözüyle de, yıllardan beri
birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire, "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zîra,
Arab'ın ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akideleri, ancak şiirle biliniyor ve
onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur
vardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
Yine, muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin
gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat
şöleniydi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları
düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler
okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini
ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez
üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
Taif le Nahle arasında bulunan Sukı Ukaz, panayırların en
büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.
Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de
taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî
faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, 20 gün devam ederdi.
Esirini fidyeyle kurtarmak, dâvasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak,
hutbe îrad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derece önem
verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır."
Böylece, İslâm'ın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belagat,
zirveye ulaşmıştı. Âdeta, görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ânı
Mu'cizû'lBeyan'ın insanüstü üslûbuna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları
sebebiyledir ki, Kur'ânı Azîmüşşan, edebiyat, belagat ve fesahatin zirvesinde
nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgati, i'caz [mûcizeliği] ve icazı
[vecizliği] ile, Arap edip, şâir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve
onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire
[benzer] getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde
kaldılar.
Kur'ân'm üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine
fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini
gizleyemiyorlardı. Bir gün, bedevi Arap ediplerinden biri, u> fWas
j*jj âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye
kapanmıştı.
Hâdise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan
bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: "Sen de mi Müslüman
oldun?"
"Hayır..." diye cevap verdi bedevi edip: "Ben sâdece bu
âyetin belagatına secde ettim!'"77
İmrû'1Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız
kardeşi, âyetini işitince, doğruca Kabe'ye vardı ve, "Artık
kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belagat
karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!" diyerek, kardeşinin en üstte asılı
bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı
görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.179
Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri,
şüphesiz "Muallakatı Seb'a [Yedi Askı]" şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile
dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu
şiirler, Hammadû'rRaviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kabe duvarına asılan şâirler şunlardır:
İmrû'lKays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara
(veya Nabiğa), Haris b. Hiliza (veya A'şâ).180
İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed'e, peygamberlik
vazifesi verileceği sırada Arabistan'ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî
manzarası böyleydi.
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta
elbette ihtiyaç vardı. O zât da Ezelî Kader'in hükmüyle tesbit edilmişti: Hz.
Muhammed (s.a.v.).
O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî manevî
şeklini değiştirecekti, insanların yüzlerini dünyadan âhirete, fânî
sevgililerden Mahbubu Bâkî'ye çevirecek ve bununla insanı maddî manevî saadete
erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan
bu zât, insanların başı boş olmadığını, kâinatta atomdan güneş sistemlerine,
yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp
dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini
bildirip ilân edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş
insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, "Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gelmiş,
niçin gelmiş ve nereye gidecekler?" gibi suallere en güzel cevapları verecek
zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah'ın, insanlardan neleri
istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir
şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün
insanlığa, Allah'tan aldığı emirleri bildirecek, ilân edecekti.
İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine
büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu!
156 Câsiye, 26.
157 isrâ, 94.
158 isrâ,95.
159 Yasin, 78.
160 Yasin, 79.
161 Zümer, 3.
162 Âlİ Imrân, 67.
163 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 237238.
164 Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarihi Edebiyyatı Arabiyye,
c. 1, s. 19.
165 ezZebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 3839.
166 Bağdadî, Muhammed Fehmi, A.g.e., c. 1, s. 43.
167 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.ibni Hişam, A.g.e., c. 1,
s. 79.
169 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 8084.
170 Nur, 33.
171 En'am, 151.
172 Nahl, 5859.
173 Darimî, Sünen, c. 1, s. 34.
174 Ahmed Emin, Fecrû'llslânn, Tere: Ahmed Serdaroğlu, s.
37.
175 Ahmed Emin, Fecrû'llslâm, s. 3738.
177 Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78;
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, A.g.e., s. 350.
179 Ahmed Cevdet Paşa, A.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman
Said Nursî, A.g.e., s. 416.
180 Ahmed Emin, A.g.e., s. 102. |