Türklerin İslâmiyet'e Girişi
Peygamberimizin, İslâm'ı
tebliğiyle birlikte, dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, yeni
ve büyük bir millet hâline geldi. Halife Hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç
Müslüman gâzisiyle 641'de Suriye ve Mısır'ı fethederek, koca Doğu Roma'nın
kanatlarını kırdı. 642'de Büyük Sâsânî İmparatorluğu'nu yıkarak Ceyhun kenarına
ulaştı ve Türklerle temasa geçti. Ancak bu devrede İslâm'ın merkezinde Hazret-i
Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda
başlayan iç mücadeleler, 8. yüzyıl başlarına kadar, Türklerle Müslümanların
münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Bazı kaynaklarda,
Hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd'ın, Müslüman olan Türkleri
Kûfe'ye yerleştirdiği belirtilmektedir.
Daha sonra Emevîler tarafından, İslâm
İmparatorluğu'nun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine
Haccâc'ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından
Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi.
Müslümanlar, kısa zamanda Mâverâünnehir'e hakim olduktan sonra Talas'a kadar
akınlarda bulundular. Ancak, Türgiş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720
yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak, Emevî ordularını bozguna
uğrattı. Böylece Emevîler döneminde, Türkler karşısında başlangıçta başarıyla
sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu. Ancak bu mücadeleler,
Türklerin İslâmiyet'i yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin
hazırladı. Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâm'ın bayraktarı olarak dünya
sahnesine çıkmasına vesile oldu. Türklerin hiçbir baskı veya zorla
karşılaşmaksızın İslâm'ı kabul etmeleri, üç ana sebebe dayanmaktadır. Birincisi,
Türklerin inanç ve yaşayışlarının İslâm'a çok yakın olmasıdır. Tek bir
yaratıcıya iman, âhirete ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma
gibi temel inanışlar İslâm'da da vardı. Zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme,
yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar, İslâm dininde de şiddetle men
ediliyordu. Nihayet, İslâmiyet'teki cihad emri, Türkün alplik ve fetih görüşüne
uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehir (Türkistan)
bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Türklerin
İslâmiyet'i kabullerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha
kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler, özellikle Türkistan'la
ticarî faaliyetleri sırasında, kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dinine,
daha çabuk ve kolaylıkla girdiler.
Türkistan Türkleri
arasında İslâmiyet'in bu ilk yayılışıyla, diğer Türklerin başka yabancı dinlere
girişi, hemen hemen aynı devreye rastlar. Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar
Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine girerlerken
Mâverâünnehir'deki Türkler arasında da İslâm, 8. asrın başından itibaren
yayılmaya başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına
almaya başlaması, Abbâsîler döneminde oldu. Abbâsî halifelerinin, Türklere
fevkalâde yakınlık göstermeleri, bu faaliyetin daha da hızlanmasına sebep oldu.
Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker
olarak girmeye başladı. El-Me'mun döneminde (813-833) Türklerden özel muhafız
birlikleri oluşturulmaya başlandı. Nihayet, Halife Mu'tasım zamanında (833-842)
halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için
Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti.
Müellifler artık, Türklerin Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm
milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında, gayrimüslim Oğuzlarla bile
savaştıklarını yazmaktadır. Halife El-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbâsî
Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türk'tü. 10. asrın ilk yarısında, emîrül-ümerâlığa
iki Türk kumandanı, Beckem ve Tüzün, getirilmişti. Türklerin Bağdat'ta idareyi
ele almaları üzerine, uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer
hükümdar gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman Türk devletlerden
bazıları, bu suretle kuruldu. Bunlar arasında, Mısır'daki Tulunoğulları Devleti
(868-905), Ahmed bin Tulûn adında bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur.
Ahmed bin Tulûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi. İbn-i Tulûn, Mısır'ı birçok mîmârî
eserle süslemiştir. Tulûnoğulları Devleti, 905'te sona ermiş ve yerine az zaman
sonra Tuğaçoğlu Mehmed'in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır. Ancak
bu devletlerde, idareci zümrenin Türk olmasına karşılık, esas kitle yani halk
tabakası, daha çok Mısırlılardan oluşuyordu.
İslâmiyet'in, devlet ve
halk olarak Türkler arasında kabulü, ilk defa İtil (Volga) Bulgarları arasında
gerçekleşti. Batıya giden Tuna Bulgarları, toplu olarak Hıristiyanlaşırken, İtil
boyu ve Kazan havalisinde kalan asıl büyük Bulgarlar, özellikle Türkistan'la
olan ticarî ilişkileriyle tanıma fırsatı buldukları İslâm'ı severek kabul
ettiler. Bulgar hanı Almış, 920'de Bağdat'taki halifeye başvurarak, İslâmiyet'in
öğretilmesi ve kaleler inşası için, kendilerine din ve ihtisas adamı
gönderilmesini istedi. Halife Muktedir Billah tarafından gönderilen kalabalık
bir elçi heyeti, 922 Mayısında, Bulgar ülkesine geldi. Almış Han ve maiyeti,
elçilere fevkalâde bir hürmet ve kabul gösterdiler. Bu tarihten itibaren Bulgar
ülkesi, Abbâsî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu haline geldi. Ülkede Abbâsî
halifesi ve Bulgar Hanı namına sikkeler basılmakta, taş camiler, saraylar,
kaleler ve diğer binalar yapılmaktaydı. Bulgarlar, Müslümanlığı kabul ettikten
sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla, büyük
bir değer kazandılar. Bulgar ülkesine gelen Abbâsî elçilik heyeti içerisinde yer
alan İbn-i Fadlan, yazdığı seyahatnamesinde, bu ülke insanlarının temiz, doğru,
çalışkan ve samîmî Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin
çok kısa olması dolayısıyla Türklerin, sabah namazını kaçırmamak için, bir ay,
geceleri uyumadıklarından söz etmektedir. Bu sözler, Türklerin, İslâm'ı ne
derece güçlü bir inançla kabul ettiklerini göstermektedir.
|