ATATÜRK İLKELERİ
1) Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öge, devlet
başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan
cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden)
ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal
koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir
başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı
kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde
seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi
gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.
Gerek devlet başkanının,
gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının
kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim
üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa
seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle
karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ
İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri
gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli
bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya
dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür
cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya
oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet
biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına
gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler
Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız
inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok
önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın
sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara
tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye
başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin
demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı
görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.
Osmanlı İmparatorluğu, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve
milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde
halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde
değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son
karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilanı
ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin
tanındığını belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet
aşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal,
padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin
kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele milli mücadeleye başlarken bunu açıkça
belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına
cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra
cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti
demokrasi içinde işleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle
söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda
yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız
milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus
çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün
yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma
göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet
biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir.
Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu
düşürür. Millet, vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette
meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki
yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir.
Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap
verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane
kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir
yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre,
yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, milli egemenlik
ilkesine uygun değildir".
Pek iyi anlaşılıyor ki,
Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en
ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri
gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin
bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle
ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette
millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince,
hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi
budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin
seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile,
milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini
reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin
geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı
kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.
Atatürk'e göre, "Türk
Milleti'nin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet
yönetimidir." Atatürk, demokrasinin Osmanlı saltanatı içinde yeşeremediğini
açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun
içindir ki, Türk inkılabının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır.
Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın
baş şartıdır.
Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- Türk milletinin
karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)
- Cumhuriyet rejimi
demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)
- Cumhuriyet, yüksek
ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)
- Bugünkü hükümetimizin,
devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden
yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık
hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve
millet hükümettir. (1925)
2) Milliyetçilik
Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle
birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya
"milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet"
olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluğuna
millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır.
Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk
birliği yeter. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün
milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi.
Bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da
her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama
bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok
Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde
aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet
olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu
da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan
Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul
edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana
yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek
millet sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu
şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak
parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir
geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en
tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir
ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir
insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına,
birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın
korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına,
gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş,
birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları
taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların
doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya
çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları
düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette
tek olduğunu da unutmamak gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk,
Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir
yaklaşımla buna imkan da yoktur. Özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka
ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları
birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.
Atatürk'ün millet
anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden
ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkanları
çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır,
işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk
milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.
Atatürk'e göre, "asıl
olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için
mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve
şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her
millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını
bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası
ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde
yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız
kişiliğini koruyacaktır. Türk milliyetçisi diğer milletlerin hakkına,
bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı
görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu
kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman
kullanacaktır".
Atatürk, bütün milletlere
saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya
yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur
ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü
çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine
üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen
öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve
topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü
yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "Memleketi doğu ve batı diye
ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her
şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk
milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".
Atatürk'ün Türk
milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu
sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.Türklerin dünya tarihine ve
uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin
kurduğu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam
bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkan vermemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda
her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz.
XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi
devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını
geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak
bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bir
zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din
idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak
yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren
Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur.
Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden
farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda
birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik
Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız
İhtilali ve onu izleyen büyük inkılapla, milli devlet ve dolayısıyla
milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.
Özellikle çok uluslu
devletler için milliyetçilik akımı bir felaketti. Milliyetçilik akımının çok
uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşıdı, imparatorluk
sınırları içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile
ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını
kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilan ettiler. Ama bu kesin bir çözüm
yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla
önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak
Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını
ilan ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı
Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar.
Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan
topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse
bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırları
içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik
anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği
doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini
ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci
Dünya Savaşı’nda, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan
vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde
göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk
Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak,
göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu
Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler
yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansı’nda Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a
yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık
Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu
bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi
yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.
Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne
mutlu Türk'üm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir
görüşün simgesidir.
Atatürk'ün Milliyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)
- Diyarbakırlı, Vanlı,
Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır.
(1923)
- Biz doğrudan doğruya
milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk
toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o
topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923)
- Biz öyle
milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız.
Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz
her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920)
3) Halkçılık
Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan
insanlara halk denir. Bu bakımdan halkçılık ilkesi hem cumhuriyetçilik, hem de
milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.
Atatürk'e göre millet ile
halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan
gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini
yönetmeye alıştırılmasıdır. Halkçılık,
cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet,
halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece
cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık,
milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik,
Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte
bağlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır
açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok
konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi
kendini yönetmektedir. Halkçılık ilkesinin
uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun
önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir
toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit
kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı
yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan
halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti
anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan
yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti,
Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık
anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde
hazırlar.
Atatürk'ün Halkçılık ile ilgili bazı sözleri
- İç siyasetimizde
ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası
Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)
- Halkçılık, toplum
düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)
- Türkiye Cumhuriyeti
halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için
işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas
prensiplerimizdendir. (1923)
4) Laiklik
Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılabının en önemli öğesi olarak
laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılabı, içinde taşıdığı ilkelerle bir
bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik,
öteki ilkeleri sağlamlaştırır.
Laikliğin kısa tanımı,
devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime
dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen
hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir.
Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir
zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan
birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu
sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde
güçlenmiş, gelişen insan zekasının önüne engeller koyarak varlıklarını
sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına
dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara
ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü
olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yaşayamaz duruma
gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç
sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu,
dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir
zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına
ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara
yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların
uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin
koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlakı da yansıtır. Hiçbir
din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam
öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlaklı ve erdemli yaşamayı
buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından
kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri
sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir
din olan İslamiyet, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr.
Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslam
bilginleri, ilk çağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle
ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu
akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrı'nın insanlara doğru yolu görmesi için
akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslam dininin ilerlemesinde büyük rol
oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık
aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrı'nın gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu
gelişme sırasında İslam Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir
süre sonra bu gelişme durdu, İslam dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir
inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak
gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslam dini ve
hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar,
bu esasları geliştirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman
oldukları vakit, İslam dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün
yetenekleriyle kısa sürede İslam dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları
Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslamiyet'i Anadolu'ya ve
Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı
başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi
Tanrı'nın insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece
Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu
belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise
direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol
açtı. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması
imkanı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII.
yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine
egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama aynı zamanda din
özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı,
herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu
gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslamiyet'in parlak
çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana
bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslamiyet'in inanç ve ibadete dayanan
kurallarına hiç dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz
değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği
getirdiği söylenebilir mi?
"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul
(akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din
olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması
gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir,
sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinin
gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş
olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel
dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır... Dinime,
gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar
gibi daha birçok söz söylemiştir.
Atatürk'ün akla uygun bir
uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük
dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler
modern olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır.
Bu yanlış yorumu yapanların amacı; Müslümanların kafirlere tutsak olmasını
istemek değil de nedir?"
"Bizim dinimiz
milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da
Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını
buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu
miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.
Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim
dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu
bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".
Görülüyor ki, Atatürk
bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O,
devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını
istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak
kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır:
"Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve
öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından
vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce
söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli
olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma
imkanı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha önce de belirtildiği
gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu her
şeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple
demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması
düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama
yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla
dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.
Demek ki, laiklik
vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe
sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi
politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür
rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken
her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine
karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda
nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu
gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet
yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda
Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir
dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.
Türk milleti ve devleti
varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim
kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye
dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında
kalmak olur.
Atatürk'ün Laiklik ile ilgili bazı sözleri
- Laiklik, yalnız din ve
dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve
din hürriyeti demektir. (1930)
- Laiklik, asla dinsizlik
olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için,
gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930)
- Din bir vicdan
meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı
gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet
ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu
hareketlerden sakınıyoruz. (1926)
5) Devletçilik
XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkanlarına kavuşmak için
üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin
uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:
Liberal Ekonomi:
Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen
malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne
göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara
olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu
kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim
işlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik
hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük
bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene
çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü
uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür
görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe
sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm
sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde
düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü
benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik
Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin
katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal
rejimlerin bazılarında devlet, ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist
sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler
rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk
ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda
anlatılan rejimlere benzemez.
Devletçilik, temel
anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken
sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan
dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel
olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri
üretim ve ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiği gibi,
hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi
kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu.
Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir
yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş
bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu
işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar,
Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı
kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1929 yılında, 100 olan
Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir.
Dünya ortalaması ise 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve
Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı
nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.
Sermayesi olmayan,
dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939
yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin
bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata
katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın
çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi
yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika
aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve
ekonomik hayata bir kargaşa geldi.
Atatürk'ün baş
ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter
ki gerektiği gibi uygulanabilsin.
Atatürk'ün Devletçilik ile ilgili bazı sözleri
- Devletçiliğin bizce
anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak,
fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin
yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak.
(1936)
- Prensip olarak, devlet
ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz
önünde bulundurmalıdır. (1930)
- Kesin zaruret
olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş
değildir. (1937)
6) İnkılapçılık
İnkılap, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini
yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılaplar görülmüştür. Atatürk
yönetimindeki Türk milleti de tarihteki en önemli inkılaplardan birini
gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup
dururken inkılap yapılmaz, inkılapların tarihten gelen büyük sebepleri vardır.
Türkler bir zamanlar çağın önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet
yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen
akıl ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye
başladı. Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti
kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler
yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.
Birinci Dünya Savaşı sonu
yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme
ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski
yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ard arda büyük inkılaplar yapılmıştır.
Atatürk'e göre "İnkılap
milletin esenliği için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılapların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı
ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılap,
modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten,
gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılapçı bir tutum ve davranışla
yapılmıştır.
Türk Milleti iyiye,
doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara erişmek için inkılapçılığa bağlı
ve tam bir inkılapçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılapçılık nedir? Atatürk'e
göre, "Gerçek inkılapçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılabına sevk
etmek istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz
etmesini bilirler".
Demek ki, inkılapçı,
ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk
inkılabını sürdürebilmek, inkılapçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla,
hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.
Türk inkılabının üstün ve
yüce amacını her zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik
yolunda ileriye doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de
budur. Türk inkılabının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır.
Atatürk bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılabın hedefini kavramış olanlar,
daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır".
Evet, bu özlü sözlerin
ışığında, bilinçli inkılapçılık Türk milletinin geleceği olmalıdır.
Atatürk'ün İnkılapçılık ile ilgili bazı sözleri
- Yaptığımız ve yapmakta
olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve
bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)
- Biz büyük bir inkılap
yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)
|