Resûli Ekrem Efendimizin Medine'ye hicretleriyle, 13
senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir
yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber
Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok
fayda vardır.
Resûli Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenâbı Hakk
tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti
bütün dünyayla birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu,
içinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma
vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâbı Hakk, aynı zamanda
İslâm'ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi
gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket
tarzını tâyin ve tesbit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye
müteveccih bir tebligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın
vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin
daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve
efkârını çok iyi bilen Resûli Ekrem Efendimiz, bu sebeple, peygamberlikle
vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan davete girişmedi;
peygamberliğini ve İslâm Dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için
zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartlarını doğması gerekiyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, îman ve İslâm'a davete ilk önce
en yakınlarından başladı. İlk defa dâvasını zevcesi Hz. Haticei Kübra'ya
anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhâl Müslüman oldu.
Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve
terbiyesinde bulunan Hz. Ali'yi İslâm'a davet etti. O da İslâm'la müşerref
oldu. Bundan sonra ailesi dışında en çok güvendiği kimselere îman ve İslâm'ı
anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla
da birçok kimse İslâm'a girdi.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son
derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir
ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerri Gıfarî Müslüman
olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
"Yâ Ebâ Zerr!.. Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine
dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmanından
gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken,
Mescidi Haram'a gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin
öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas'ın yardımıyla kurtulabilmişti.436
Hz. Resûlullah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına
devam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.
Bu devre, "En yakın akrabalarını âhiret azabıyla
korkut!"437 mealindeki âyeti kerîmenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra
Efendimiz, emri İlâhî gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmana davet
etmeye başladı. Önce, Abdûlmuttâlib Oğullarını bir araya toplayıp onlara
dâvasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve
ilk defa Safa Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah'ın birliğine îmana
ve peygamberliğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı
gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete
yeltendi. Fakat, Peygamber Efendimiz, îman ve İslâm'ı anlatmaktan, insanları
Allah'ın birliğine îmana ve risâletini tasdike davete ara vermeden bütün
gayretiyle devam etti.
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerle, İslâm'ı
neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da
tesbit ediyordu.
Mekke'de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi
vardı: 1) Allah'ın varlık ve birliğine, 2) Ba'se, yâni öldükten sonra tekrar
dirilmeye îmanı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef
üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah'ın varlık ve birliğine îmana davet
ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni
bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da, Peygamberimizin karşı karşıya
bulunduğu ve halletmesi gerekli meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı.
Bunlar halledilmedikçe, halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muazzam mesele
tesbit edilmedikçe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim,
o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak
da oldu.
Peygamberimiz, her şeyden önce, Allah'tan aldığı emir
gereği bütün enerjisini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı
tesis etmeye, bütün insanlığı Allah'a îmana ve O'na mutlak itaate hasretti.
Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikati kalblere
yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslâm dâvası
muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûli Ekrem, insanlığın en asil
hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitab ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve
Mâlikinin Allah olduğunu telkinle işe başladı. O'nun iradesinden başka itaat
edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya
koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit
hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi.
Doğudan doğruya insanlığa "tevhid" inancını sundu. '"Lâ ilahe illallah.'
deyiniz, kurtulunuz." diye insanlığa hitab etti.
Resûli Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete
hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi.
Dünyanın zahiren tatlı, fakat manen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru
lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını,
eski yaşayışlarının idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete
başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek,
kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddîye almamak ve onunla istihza etmek
yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin
etrafındaki mü'minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce
telâşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar.
Türlü türlü iftira ve isnadlara kalkıştılar. Resûli Ekrem Efendimize "sâhir,
kâhin, şâir." dediler. Fakat, bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve
isnadlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını
gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler.
Peygamber Efendimizle Müslümanları Kabe'de namaz kılmaktan menediyorlar;
üzerlerine murdar şeyler atıyor; namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve
gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zaîf, fakir ve kimsesiz
Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler
altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik
Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan
eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum,
yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara
rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm Dinini tebliğ ediyordu. Şâir
Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine mâruz
kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah'tan aldığı emir gereği sabrediyor ve
dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenâbı Hakk, işkence, eziyet ve hakaretlerin her
türlüsüne mâruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyeti kerîmelerle devamlı sabrı
tavsiye ediyordu. Meselâ, ilk nazil olan sûrelerden biri, Asr Süresidir. Bu
sûrede "birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tavsiye edenler"
övülür.
Bâzan Cenâbı Hakk, doğrudan doğruya Resûli Kibriya
Efendimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: "(Ey Habibim!..) Sen, şimdi sabret!
Şüphe yok ki, Allah'ın va'di mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, âhirete îmanı
olmayanlar (seni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler."
Bir başka âyeti kerîmede, Efendimize şöyle hitab
ediliyordu:
"(Ey Resulüm!..) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine
karşı) güzel bir sabırla mukabele et."439
Bütün bu emirler gereği, Resûli Kibriya Efendimiz, Mekke
devrinde kendisine yapılan haksız muamelelere aynıyla cevap vermediği,
mukabelei bilmisilde bulunmadığı gibi, mü'minlere de uğradıkları eziyetlerden
dolayı fevrî hareket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye
girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir
Ailesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yasir Ailesine toptan işkence ediliyordu. O
sırada Efendimiz, onları görünce, "Sabredin ey Yasir Ailesi!.. Sizin
mükâfatınız Cennet'tir."440 demişti.
Yine, bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden âdeta
bunalan Habbab b. Eret (r.a.), kendisine şikâyette bulunduğunda, Efendimiz şu
cevabı vermişti:
"Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki,
bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı,
bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü
hâlde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmanlarından vazgeçmediler. Allah,
muhakkak, İslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki, hayvanına
binip San'a'dan Hadremut'a kadar tek başına giden bir kimse Allah'tan
başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka
hiçbir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz!"
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan
biri, "Yâ Resûlallah!.. İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina'da
bulunan halkın üzerine yürürüz!" dediği zaman Peygamber Efendimiz, "Hayır!..
Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı." cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke
devrinde en büyük silâhları her şeye rağmen "sabır"dı.
Nitekim, bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda
görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu
havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle
bir durum sonunda İslâm'la şereflenmişti.
Bir gün, Ebû Cehil ve birkaç müşrikin, Peygamberimize
hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kabe'nin
yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil'in yanına vararak, yayını
kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve, "Sen misin ona sövüp
sayan?.. İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine
güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap, göreyim!" demişti. Sonra,
Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve
işkencelerini öylesine artırdılar ki, Peygamber Efendimiz, Mekke'nin münasip
bir yerinde ibâdetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe
yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam b. Ebî'lErkam'ın
evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman
oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan
vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib
vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, "Yâ Ebâ
Tâlib!.. Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı
kötülemesin ya da onunla aramızdan çekil!" dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu cevabı
verdi:
"Amca!.. Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş'i sağ elime,
Ay'ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu
bütün cihana yayar, vazifem biter ya da yolda ölür, giderim!"
Müşrikler, artık Resûli Kibriya Efendimizi tehditlerle,
baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.
Yine taktik değiştirdiler. Efendimize, mal mülk, servet,
makam ve reislik teklif ettiler. Fakat, Resûlullah'ın bunların hiçbirine
iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûli Ekrem ve Müslümanların, başından beri, müşriklerin
eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini
belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara reva görülen
eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu
sebeple, Resûli Ekrem Efendimiz, Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye
buyurdu: "Habeşistan'a gidin; zîra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun
yanında kimseye zulmedilmez. Orası adalet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu
durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!"
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek
gayesiyle, Müslümanlar, iki kafile hâlinde Habeşistan'a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz,
kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri caizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler
kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: "Allah'ım!.. Bu dini Ömer İbni Hattab
veya Amr b. Hişam'la [Ebû Cehil] kuvvetlendir." duaları, bunun açık bir
misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan
Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber
Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması
demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti.
Nitekim, bu duadan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca,
İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar
üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar.
Müslümanlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibâdetlerini korku içinde
gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himayesinde
bulunduran amcası Ebû Tâlib'in vefatını, müşrikler fırsat bildiler.
Tecavüzlerini kat kat artırdılar. Hz. Resûlullah'ın durumu, aleyhinde artan bu
gayretler neticesinde son derece müşkîl bir hâl almıştı. Evinden nadiren çıkar
olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için, Mekke'den daha emin bir
yer temin etmek maksadıyla Taife gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına
rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik
onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet
olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve, "Rabbimden
istediğim, müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir."
diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin, Mekke'de, İslâm'ın ilk senelerinde
göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hacc mevsiminde Mekke'ye gelen
kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur'ân okuması ve İslâm dininin
esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da
Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla
halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı.
Resûlullah'ın gönüllerin fethiyle büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke'nin
dışına taştı ve ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış
oldu.