RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN TAİFE GİDİŞİ
Müşrikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice'nin vefatlarını
fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize
reva gördükleri eza ve cefaları birden kat kat artırdılar. Öyle ki, Efendimiz,
onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dolayı dini neşretme vazifesini
yapamaz hâle gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i
Kibriya Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Taife gitmeye
karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı, Taif te oturan Sakif
Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvasını kabul etmelerin
istemekti!
Taif, Arabistan'ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve
bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullah'ın süt annesi Hali-me'nin
mensup olduğu Benî Sa'd Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla,
Efendimiz, bu belde sakinlerinin îs-lâm'a alâka duyup îmanla
şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde,
Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı!
Tarih, bi'setin 10. yılı Şevval ayının 27'sini
gösteriyordu.i
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz Zeyd b. Harise'yle birlikte
gizlice Mekke'den ayrılarak Taife vardı. Orada Sakif Kabîlesi ileri
gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine davet etti. Kavminden
muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını talep etmek için
geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı 10 gün zarfında hiçbir müsbet netice elde
edemedi; üstelik, hakaret ve istihza ile mukabele gördü, türlü türlü ithamlara
mâruz kaldı.
Reislerinden biri, "Allah, peygamber göndermek için,
senden başka kimse bulamadı mı?" diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübarek
kalblerini teessüre boğdu. Bir başkası, "Vallahi," dedi, "ben hiçbir zaman
seninle konuşmayacağım! Çünkü, sen, şayet dediğin gibi Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük
tehlikeye atmak istemem! Eğer, sen 'Allah'ın Peygamberiyim.'diye Allah adına
hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum
görmem!"343
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri
üzerine Sakiflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.
Müşriklerin bu durumu haber alıp cür'etlerini
artırmalarından endişe duyduğu için de, yanlarından ayrılacağı sırada onlara,
"Bari, konuştuklarımız aramızda kalsın; başka kimse duymasın." dedi.
Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir
belde olan Taif sakinleri, Resûl-i Zîşan'ın bu arzusunu da kabul etmediler.
Gençlerinin islâmiyete alâka duymalarından korkarak, İki Cihan Güneşi
Efendimize, "Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve
hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi biz
de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul
etmeyeceğiz!"344 dediler.
Lat ve Uzza'ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran
Sakifliler, bu çirkin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak
bulunan Cihan Peygamberine, ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri
kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki
tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisini ve Hz. Zeyd'i taşa tuttular.
Resûlullah'ın mübarek ayaklan kana bulandı. Öyle ki,
isabet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hâle geldi.
Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her
seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna
tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken,
taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i
Kibriya'ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına
mâni olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revan içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa
atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri, kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe
ve Şeybe b. Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın
altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun
kurtulduktan sonra şu hazin münâcâtta bulundu:
"Allah'ım!.. Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk
nazarında hakir görüldüğümü ancak Sana arzeder, Sana şikâyet ederim.
"Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah!.. Herkesin
hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim
de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek
kadar merhamet sahibisin.
"Allah'ım!.. Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne
çekersem ona katlanırım. Fakat, Senin af ve mağfiretin, bunları bana
yaptırmayacak kadar geniştir.
"Allah'ım!.. Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan
uzak kalmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan
İlâhî nuruna sığınırım!
"Allah'ım!.. Sen razı oluncaya kadar affını dilerim!
"Allah'ım!.. Her kuvvet, her kudret ancak Seninle
kâimdir!"345
KÖLE ADDAS
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin mâruz kaldığı
şen'î ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete
gelmişti. Köleleri Addas'la Efendimize biraz ü-züm göndererek ikramda
bulundular.
Addas, tabak içindeki üzümü alıp Efendimize getirdi.
Resûl-i Ekrem, üzümü "Bismillah." diyerek alıp yemeye başlayınca Addas'ın
dikkatini çekti. Kendi kendine, "Vallahi," dedi, "bu sözü, bu beldenin halkı
bilmezler ve söylemezler!"
Fahr-i Âlem Efendimiz, "Ey Addas!.. Sen hangi belde
halkındansın ve hangi dindensin?" diye sordu.
Addas, "Ninovalıyım ve Hıristiyanım." diye cevap verdi.
"Demek, sen, o sâlih kişi Yunus İbn-i Metta'nın
hemşehrisi-sin."
"Sen, Yunus İbn-i Metta'yı nereden biliyorsun?"
"O, benim kardeşimdir, O bir peygamberdi. Ben de
peygamberim."
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah
Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü!
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri,
diğerine, "Senin adamın," dedi, "gözünün önünde kölenin itikadını bozdu!"
Addas yanlarına dönünce de, ikisi birden, "Yazıklar olsun
sana Addas!.. Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?"
diyerek onu azarladılar.
Addas'ın efendilerine cevabı ise şu oldu:"Yeryüzünde, bu
zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir
peygamber bilebilir!"346
PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli
düşünceli ve Sakif Kabîlesiyle Taiflilerden maksadına muvafık bir netice
alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke'ye iki konaklık bir mesafe
kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice
bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrail'i farketti.
Cebrail (a.s.) seslendi: "Şüphesiz, Allah, kavminin sana
neler söylediğini işitti; sana, şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında
dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin!"
O anda görünen dağlar meleği de, emrine amade olduğunu ve
istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine
kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekrem'in arzusu
başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak
Teâlâ'nın bu müşriklerin sulbünden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın
ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."347
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları
beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi;
aksine, insanların îmana kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesi
idi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî
maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu
sebeple,her dakikası bir nevi ibâdetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara
olarak maziye akıp gidiyordu.
CİNLERİN, PEYGAMBERİMİZİ DİNLEMESİ
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye varmadan Nahle adlı mevkide
bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden
bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur'ân'ı duyunca, durarak
dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları
îmana davet ettiler.348
Kur'ân-ı Kerîm, bu hâdiseden bize haber verir: "Hani;
cinlerden birtakımını Kur'ân dinlemek üzere sana sevketmiştik; bu suretle
vakta ki ona hazır oldular: 'Susun, dinleyin.' dediler. Sonra bitirildiği
vakit de döndüler. İnzar etmek üzere kavimlerine gittiler. 'Ey kavminiz!..'
dediler, 'Haberiniz olsun: Bizler bir kitap dinledik. Musa'dan sonra
indirilmiş önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir doğru yola hidâyet ediyor!
Ey kavmimiz!.. Allah'ın dâvetçisine icabet edin ve ona îman getirin ki bazı
günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elim bir azabtan korusun!'"349
MEKKE'YE GİRİŞ
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle'de bir müddet ikamet
ettikten sonra Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye
sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi
altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple, Hira'ya varınca, birini göndererek, müşrik
Mut'im b. Adiyy'in himayesini istedi. Mut'im, isteğini kabul etti ve
oğullarını silâhlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu hâlde, Efendimizi
Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler.350
Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses
çıkaramadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları
arasında Kabe'yi tavaf etti, Harem-i Şerifte iki rekât namaz kıldı ve oradan
evine gitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan
Mut'im b. Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun
bu iyiliğini, müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile
yâdetmiştir.
Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak
için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz, onu kabul etmiş, ricasını dinledikten
sonra şöyle demişti:
"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar
hakkında ricada bulunsaydı, şüphesiz, ben, onları Mut'im'e bağışlardım!"351
344 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 61; Ibn-i
Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 211-212; Taberî,' İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 61; Ibn-i
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 211. Ibn-i Hişam, A.g Tarih, c. 2, s. 26.
345
ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 61-62; İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 212.
346 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 63.
347 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 60-63;
Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
348 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 63; Ibn-i
Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 122.
349 Ahkâf, 29-31; Bkz.: Cin, 1-15.
351 Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 212; Belâzurî,
Ensab, c. 1, s. 237.
|