PEYGAMBERİMİZ. DEDESİ ABDÛLMUTTÂLİB'İN HİMAYESİNDE
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi,
yaşlı dedesi Abdûlmııttâlib himayesine aldı.
Kureyş'in reisi Abdûlmuttâlib de nuru Ahmedî'den nasibini
almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun
boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, parlak yüzü, tatlı sözü,
utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı,
akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını
doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hattâ, bu cömertliğini, bu yardımseverliğini
hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu kuşu da
düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan
ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah'a bağlıydı ve âhirete inanırdı.
Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim,
Cenâbı Hakk'a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu
Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale
etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi,
başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız
çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her
zaman kaçınırdı. Mekke'de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye
çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla
yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı
sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip
ibâdetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi
nedir, biliyordu. Hele, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk
olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten, Abdûlmuttâlib, etrafa nur saçan torununu canı
gibi seviyor, şefkatli kanatlan arasında onu nazlı bir yavru gibi
barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile
Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve
davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes
tarafından derhâl farkediliyordu. Hattâ, zaman zaman toplantılarda ve
sohbetlerde sorulan sorulara Abdûlmuttâlib, onunla istişare ettikten sonra
cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin âdeta
samimî bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün
bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.
Dedesinin Minderine Sâdece O Otururdu!
Kabe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş'in
reisi Abdûlmuttâlib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu
minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Abdûlmuttâlib, çocuklarından hiçbirini almazken,
Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu.
Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat, babaları buna
mâni olur ve şöyle derdi:
"Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve
sânı büyük olacaktır!"
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına
oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.80
Yine, Abdûlmuttâlib uyurken Sevgili Peygamberimizden
başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası
müsaadesiz giremezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bâzan
da dizine oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye
başlamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!..
Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini
aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle, Abdûlmuttâlib, büyük
bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhâl Kabe'ye vurarak,
ellerini Yüce Mevlâ'ya açtı ve, "Allah'ım, Muhammed'imi bana geri lütfet!"
diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi.
Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve, "Biricik yavrum!.." dedi, "Senin için
o kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan
asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."81
Hakikaten de Abdûlmuttâlib, vefatına kadar nur torununu
bir gölge gibi takib etmekten geri durmadı.
SEYF B. ZÎ YEZEN, ABDÛLMUTTÂLİB'E NELER SÖYLEDİ?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdûlmuttâlib,
hayatında sâdece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kaldı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini
Habeşlilerden geri almış ve San'a'nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu.
Arabistan'ın dört bir tarafından aşiret ve kabîle reisleri onu tebrike
geliyorlardı.
Mekke'yi temsilen de Abdûlmuttâlib'in başkanlığına bir
heyetin Gumdan'a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke'den ayrılmakla,
Abdûlmuttâlib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan'a varan Kureyş heyetini
Seyf b. Zî Yezen kabul etti. Abdûlmuttâlib, hükümdardan izin alarak,
kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan
bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
"Biz, Allah'ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı,
Beytullah'ın hizmetkârıyız!"
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: "Ey
tatlı dilli kişi!.. Sen kimsin?"
Abdûlmuttâlib, "Ben, Haşîm'in oğlu Abdûlmuttâlib'im!.."
dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan
karışımı bir sesle, "Demek, sen, kız kardeşimizin oğlusun!"
Abdûlmuttâlib, "Evet..." diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdûlmuttâlib'e daha yakın alâka
gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, "Akraba olduğumuzu öğrendim.
Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup
konuşulmaya lâyık, şerefli insanlarsınız!" diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi;
söylediklerinde samimî olduğunu, Abdûlmuttâlib'i bir ay boyunca sarayında
ağırlamakla da ispat etti
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes
kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu
sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim, bir gün hiç kimsenin farkına
varamayacağı bir sırada Abdûlmutâlib'i gizlice yanına çağırdı ve, "Ey
Abdûlmuttâlib!.." dedi, "Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle
alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir
kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!"
Abdûlmuttâlib meraklandı, "Nedir o?.." diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: "O, bu sıralarda dünyaya gelmiş
olması muhtemel bir çocuğa aittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde
doğacaktır. İki küreği arasında bir 'ben' vardır. Babası ve annesi ölünce, onu
dedesi ve amcası sırasıyla himayeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve
yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli
yerleri fethedecek, Kıyamet Gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır.
Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman olan
Allah'a ibâdet edecektir. Onun sözü müşkîlleri halledecek, işi ise basiret ve
adalet üzere olacaktır. Dâima iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları
kötülükten sakındıracaktır."
Merak ve heyecana kapılan Abdûlmuttâlib, hükümdarın biraz
daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için
de, "Ey Hükümdar!.. Ömrün uzun, saltanatın dâim ve sânın yüce olsun! O çocuk
hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?" dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, "Ey
Abdûlmuttâlib!.." dedi, "Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen
olmalısın!"
Bu sözleri duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden derhâl
secdeye kapandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti.
"Ey Abdûlmuttâlib!.. Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye
sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdûlmuttâlib,
anlattı. "Ey Hükümdar!.." dedi, "Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim,
çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menafin
kızı Âmine'yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği
arasında bir 'ben' vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor.
Babası ve annesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir."
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde,
Abdûlmuttâlib'e, "Çocuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düşmanıdırlar. Onların
kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat, Allah, onun düşmanlarına imkân ve
fırsat tanımayacaktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrip
[Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir." dedi.
Artık, hem hükümdar, hem de Abdûlmuttâlib, büyük bir
müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, âdeta kerametvârî, peygamberliğinden
evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikram ve
ihsanlarla Mekke'ye uğurladı. Abdûlmuttâlib'e verdikleri, diğerlerinkinden çok
daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, "O çocuğun hâlinde olan değişiklikleri*her
yıl bana bildirmeni rica ederim." dedi.
Ne var ki, Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında
dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmalarının üzerinden
bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.82
Heyetteki arkadaşları, yolda Abdûlmuttâlib'e, neden
kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sâdece,"Onu
kıskanmayınız. Bunun elbette bir sebebi vardır." demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke'ye varan Abdûlmuttâlib,
nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye
çalıştı.
PEYGAMBER EFENDİMİZ, "RAHMET" VESİLESİ!
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdûlmuttâlib'in
himayesinde bulunuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve
kıtlık içinde kıvranıp duruyordu.
Abdûlmuttâlib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi
yanına alarak, oğlu Ebû Tâlib'le birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların
peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdûlmuttâlib, yüzünü Kabe'ye çevirdi ve Peygamber
Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, "Allah'ım!.. Bu çocuk hakkı
için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir." diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua
kabul oldu. Anında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç
gözyaşları birbirine karıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten
sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı
kanaatini kuvvetlendiriyordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam
gösteriyordu.
ABDULMUTTALIBIN VEFATI
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdûlmuttâlib, bir gün
anîden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.
O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını
anlamıştı. Yalnız, görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi
teslim edecek emin bir kişi seçmek...
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına E:bû Leheb
geldi. Fakat, o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz." deyiverdi
içinden...
Ya Abbas?.. Hayır, o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu
çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza var. Ona da razı olmadı. Zîra, Hamza genç ve ava
meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib!.. İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu.
Gerçi, Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhamnıed'i
(s.a.v.), himayeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber, Abdûlmuttâlib, onun da görüşünü almayı
ihmâl etmedi. "Amcalarından hangisinin himayesine girmek istersin?" diye
sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap
verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. O, babasıyla
anne baba bir kardeş olan amcasının himayesini kabul ettiğini, böylece ifade
etmiş oluyordu.
Abdûlmuttâlib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi.
Sonra Ebû Tâlib'e dönerek, "Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir.
Onu her şeye rağmen, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça
söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin." dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça
mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
"Sen hiç merak etme babacığım!.. Onu öz çocuklarıma,
hattâ kendi canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum
müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!"
Bu asil konuşmadan, Abdûlmuttâlib fazlasıyla memnun oldu
ve gözleri sevinç gözyaşlarıyla doldu.
...Ve Abdûlmuttâlib tarafından, Nur Muhammed (s.a.v.),
amcası Ebû Tâlib'e teslim edildi.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdûlmuttâlib,
torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan dünyaya gözlerini 80
yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.83
Tarih: Milâdî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.
Mekke Çarşısı, Abdûlmuttâlib'in vefatı dolayısıyla
günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın
ölümü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar.
Sonra Hacun Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına gömdüler.84
Peygamberimizin Gözyaşları
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü
duydu. Çünkü, bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü
hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz,
gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü
hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, "Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada
sekiz yaşında bulunuyordum." cevabını verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ik sekiz senelik
bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Âdeta büyük
ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbâlde çekeceği meşakkat
ve mihnetlere dayanmak için ızdırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
PEYGAMBERİMİZ, AMCASI EBU TALİB'İN YANINDA
Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında...
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tâyin edilen
amcası Ebû Tâlib'in himayesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat,
oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden
faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip
değildi. Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük
sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile
Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali,
babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
"Babam, Kureyş'in fakir, fakat ileri gelenlerinden
şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu hâlde
kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."
Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin
kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri
içkiyi o, babası Abdûlmuttâlib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi, Ebû
Tâlib, her haliyle Kâinatın Efendisini himaye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr'den kendisine
geçen Kabe perdedarlığı demek olan "rifade" ve hacılara su içirme hizmeti
demek olan "sikaye" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf
gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca,
üç hacc mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas'a devretmek
zorundakaldı. Sikaye ve rifade hizmetleri, Mekke'nin fethine kadar Hz.
Abbas'ın elinde devamı etti. Resûlullah, Mekke'yi fethettikten sonra bu
görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan
bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla
yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına
oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra
hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince, amca, "Muhammed'im nerede?..
Çağırın, gelsin." derdi. Çünkü, onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar
ve yemek yine de artardı. Bulunmadğı sofralarda ise, çok kere sofradakiler
doymadan yemek bitiverirdi.85
Zâten, Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az
yiyordu. Sofrada son derece ciddî ve nîmetlere hürmetkar bir tavır içinde
bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri
başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hattâ, bazı kere amcası, çocuklardan
rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.86
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz,—büyüklüğünde olduğu
gibi—açlıktan, susuzluktan da şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen, bu hususu
şu ifadelerle dile getirir:
"Resûlullah'ın, çocukluğunda, ne açlıktan, ne de
susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi.
Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, 'İstemem, karnım tok.' derdi."87
Yine, Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan
temiz bir yüz, taranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âlemine sevgi, neşe ve
hayat dolu nur gözlerini açardı.88
Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!
Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı
yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha
şerha idi.
Kureyşliler, Ebû Tâlib'e başvurarak, "Ey Ebû Tâlib!.."
dediler, "Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız
kırılmaya başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?.."
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak, yalnız gidemezdi,
gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed'i de almalıydı. Çünkü, onun
bereket ve ihsanlara vesile olduğunu birçok hâdisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kabe'ye
vardı. Sırtını bu kutsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve
yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (s.a.v.) ise, Kabe'nin örtüsüne yapışmış, bir
parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
...Ve az sonra Rahmâni Rahîm'in rahmet deryası coştu ve
yağmur, bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki,
kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı.
Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığa maddî manevî
rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes'ud ve mamur etmek üzere
vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin
sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!
Fâtıma Hâtûn 'un Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib'in hanımı Fâtıma Hâtun'un da Peygamber
Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evlâdı gibi seviyor,
bakımına son derece dikkat ediyordu. Hattâ, onu yedirip doyurmadan,
çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece, Dürrü Yetim'e,
annesiz kalmış olmanın ızdırap ve hasretini hissetirmemeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtûn'a sevgi ve
saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine
yapılan iyiliği unutmadı Öyle ki, Fâtıma Hâtûn, vefat ettiğinde "Bugün annem
öldü!" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini
çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında
uzanmıştı.
Resûli Ekrem'in bu hareketi, ashabının gözünden kaçmadı.
Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
"Ebû Tâlib'ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik
eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden elbise giymesi için
ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya kendisiyle birlikte
uzandım."89
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun
asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden
büyük Peygamber (s.a.v.)...
Resûli Ekrem'in bu yüksek hasletinin, bu müstesna
sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları
içinde görülecektir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, ömrü saadetlerinin 10. yılı
içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himayesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib'in
koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası,
önce buna razı olmadı. Ancak, Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında
kabul etti. Fakat, bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtûn, bu isteğe şiddetle karşı
koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı
güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat, Fahri Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi.
Bunun için Fâtıma Hâtun'u ikna ve razı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde
ve tepelerde dolaştırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç
olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de
yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânını elde
etmiş oluyordu. Kırda Cenâbı Hakk'ın, her an tazelendirdiği yer ve gök
sahifelerindeki ulvî manzaraları seyrediyor ve âdeta ruhu onlardan eşsiz bir
zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife, onu aynı zamanda
tefessüh etmiş cemiyetin yalan ve hile ile dolandırıcılık ve riya ile bulaşmış
hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Ömrü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren
Efendimize nübüvvet vazifesi verildikten sonra, sahabîleriyle bir gün kıra
çıkmışlardı. Merruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini
topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabîlerine şöyle
buyurdu:
"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz.
Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir!"
Sahabîler, merak ve hayret içinde, "Yâ Resûlallah!.."
dediler, "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz
mü?"
Nebîyyi Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri
arasında, "Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!"90 cevabını
verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hâtıra olarak kaydedilen bu
koyun gütme hâdisesini, yine Resûli Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yâdedecektir:
"Musa (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Davud
(a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben
de kendi ailemin koyunlarını Ciyad'da (Mekke'nin alt tarafında bir yer)
güderdim."91
Görülüyor ki, Kur'ân'da "en yüksek ahlâkın sahibi" olarak
tavsif edilen Resûlullah Efendimizin, henüz 10 yaşlarındaki gayret ve himmeti
dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu
bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
"Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan
mes'ûlsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes'ûldür. Kişi, ehil ve
iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes'ûldür. Kadın, kocasının
evinden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan
mes'ûldür. Kişi, babasının malinin muhafızıdır ve bundan mes'ûldür. Hepiniz,
idareniz altında olanlardan mes'ûlsünüz."92
EĞLENCELERE KATILMAKTAN ALIKONMASI
Cenâbı Hakk'ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında
ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü
sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi
iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan
sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir
kötülüğe teşebbüs etmedim.
"Teşebbüs ettiğim şeye gelince... Bir gece, Kureyş'ten
bir gençle, Mekke'nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya
develerini) otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, 'Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer
arkadaşlarım gibi Mekke'ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları
toplantılarına katılmak istiyorum.' teklifinde bulundum. Arkadaşım, 'Olur,
bakarım.' Dedi. Bu maksatla Mekke'ye geldim.
"Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve
ıslıkların çalındığını duydum. 'Nedir bu?..' diye sordum. 'Filânın oğlu,
filânın kızıyla evlenmiş; onların düğünleri yapılıyor.' dediler. Hemen oturup
onları seyre başladım. Derken, Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakaldım ve ancak
sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde,
benden, ne yaptığımı sordu. 'Hiçbir şey yapmadım.' dedim ve sonra da başımdan
geçeni olduğu gibi anlattım.
"Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim.
Ricamı kabul etti.
Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
"Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde, geçen sefer
işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım.
Derken, Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin
sıcaklığı uyandırabildi!
"Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan
geçeni olduğu gibi anlattım.
"Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle
şereflendirinceye kadar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim."93
80 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 178; Ibni Sa'd, Tabakat, c.
1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
81 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112113.
82
İbni Hacer, ellsabe, c. 2. s. 134135.
83 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab,
c. 1, s. 57.
84 ibni Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 119.
85 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 120.
86 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 119.
87 Kaadı iyaz, Şifa, c. 1, s. 729730.
' Kaadı iyaz, A.g.e., c. 1, s. 730.
Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 112; Ibni Abdi'lBerr,
elİstiab, c. 1, s. 369370.
90 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 125126; Buharî, Sahih.
c. 2, s. 247248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; İbni Mâce, Sünen, c. 12, s.
727.
91İbni Sa'd, A.g.e.,c. 1, s. 126.
93 Taberî, Tarih, o 1,s. 196.
|